Kuran’ı Kerim’in Nahl Suresi 90. ayeti şöyle başlar: İnnallahe ye’muru bil adl…. Bu ayet Ömer Bin Abdülaziz’in halifeliğinden bu tarafa bütün İslam diyarında Cuma hutbelerinin sonunda okunmaktadır. Ayette Allah’ın biz Müslümanlara adaleti emrettiği bildirilmektedir.  

“Adalete dayanan töre gökyüzünün direğidir. Eğer adalet bozulursa gökyüzü çöker…  diye yazmaktadır Yusuf Has Hacip de, Divan-ı Lügat üt Türk isimli eserinde.  Bunu biz şimdi “Adalet mülkün temelidir” diye okuyor ve söylüyoruz.

Adaleti mülkün temeli olarak gördüğümüz için, adalet olmayan yerde mülk olmaz diyebiliriz. Nitekim 2010 yılında Suriye gezimizde Şam’a yakın Maarat ün Numan Beldesinde kabrini ziyaret ettiğimiz Ömer Bin Abdülaziz'in valilerinden birisi bir mektup yazıp, şehrinin viran olduğunu, halife bir şey tahsis ederse, imar edeceğini bildirdi. Ömer bin Abdülaziz cevabında, “Şehrinin etrafına adaletten bir sur yap, yollarını da zulümden temizle, şehrinin imarı budur.” diye yazdı.

Adaletle imar edilmiş bir memleket hayali ile yılları bekliyorum.

Hz. Peygamber (as), "Hüküm verirken adaletli olanlar, ai­lesine karşı ve yönetimi altında bulunanlar hakkında âdil davrananlar, kıyamet gü­nünde nurdan minberler üzerindedirler." buyurarak, adaletin Allah nezdindeki de­ğerine işaret etmiştir.

            Ünlü Nobel barış Ödülü sahibi Elie Wiesel de “Adaletsizliği önleyecek gücümüzün olmadığı zamanlar olabilir ama adaletsizliğe itiraz etmeyi beceremeyeceğimiz bir zaman asla olmamalıdır!..” demektedir.

            Sağlıklı demokrasilerde öyle şeyler vardır ki tartışma götürmezler Bunlar: hukuk, mahkemeler, yargı ve adalettir.  Tartışılmaz. Bunlar şaibesiz olmalı, her gücün üstünde durmalı ve halka güven vermelidir.

            Onlarla isteyen istediği zaman oynayamaz, çomak sokamaz, kendi talebine göre yönlendiremez. Yönlendirilirse ne olur biliyor musunuz?

            Çok eski yıllarda krallıkla idare edilen bir ülke varmış.

Ama bu ülkede hukuk ve hâkimler de varmış.

Kurallara göre, bir vatandaş öldüğünde, şehir merkezindeki dev çan bir defa çalınırmış. Eşraftan birisi ölürse çan iki defa, büyük bir devlet adamı ölürse çan üç defa çalınırmış.

Ya kral? O öldüğünde çan dört defa çalınırmış.

Gel zaman, git zaman, şehirde bir olay olmuş. İş mahkemeye intikal etmiş. Davanın sanığı olarak mahkeme huzuruna çıkarılan kişinin masumiyetini ise bütün vatandaşlar biliyormuş.

Bir formalite olarak görülmesi ve sanığın beraatı beklenen davadan sürpriz bir karar çıkmış, sanık para cezasına mahkûm olmuş.

Hâkim sormuş: Bir diyeceğin var mı?

Sanık: Hayır yok!

Mahkeme bitmiş, dinleyiciler dağılmış. Ancak kafalarda bir soru işareti.

Kısa süre sonra dev çanın sesi duyulmuş. Acaba kim öldü? Çan bir defa daha çalmış. Eşraftan biri öldü.

Şehir çan sesi ile bir defa daha inlemiş. Hımmm.. Büyük bir devlet adamı, acaba kim? Soruya cevap alınamadan, çan bir defa daha yeri göğü inletmiş. Herkeste bir feryat:

Eyvah! Kral öldü!..

Ancak.. Kurallarda olmayan bir şekilde çan, beş ve altıncı defa da çalmış,  sonra ses kesilmiş. Herkes çan görevlisine koşmuş, bunun ne anlama geldiğini öğrenmek için. Bir de bakmışlar ki, çanı; haksız yere mahkûm edilen adam çalmaktadır. Sormuşlar hemen: Ne demek beş ve altı defa çan çalmak? Kraldan daha büyük birisi mi öldü?

Evet… Adalet öldüüü!..

870 ile 950 yılları arasında yaşayan; akılcılıkla İslam Dinini bağdaştıran ilk Türk düşünürü olan Ebu Nasır Muhammed İbn el-Farah el-Farabî; devleti Aristo gibi uzuvcu bir yaklaşımla ele almış ve nasıl insan vücudu belli organlardan oluşuyorsa, çeşitli düzeydeki toplumların da belli organlardan oluşan bir yapıya sahip olduklarını ileri sürmüştü. Toplumun tabakaları birbirlerine sevgi ile bağlı olacaklar ve toplumun yönetimine “adalet” ilkesi egemen kılınacaktı. Farabi, devlet hayatı ile ilgili ilkeleri sayarken, ilk olarak “adalet”i belirtir ve “Adalet toplum mensuplarının paylaştıkları bütün iyi şeylerin başında gelir” der.

 Farabi, bir filozof ve bilim adamı olarak 8. ve 13. yüzyıllar arasındaki İslam Rönesansı olarak da bilinen altın çağda yaşadı. Avrupa’da da ‘Alpharabius’ olarak bilinirdi. Diğer lakabı da ilk öğretmen olarak bilinen Aristo’dan sonraki “İkinci Öğretmen” idi.

                                                                        ***

“Nasıl bir binanın mühendislik hesapları yanlış olduğunda o bina çökerse bir toplumda, bir ülkede adalet ortadan kalktığında da aslında o toplum çökmeye yüz tutar.

 

Zulümden Kaçış Yok

Adaletin olmadığı yerde zulüm vardır.

Kaçar hanedanının kurulup ülkede istikrarın sağlanmasında çok emeği geçen Hac  İbrahim Kelanter-i Şirazî başvezirliğe getirildikten sonra tüm ülkeyi kontrolünde tutabilmek için eşini dostunu kilit noktalara yerleştirdi.

Bir gün adamın biri Hac İbrahim'in Fars valiliği yapan oğlunu şikâyet için Tahran'a geldi.

Oğlunun zulümleri yüzünden Şiraz halkına yaşamak haram oldu! dedi. Vezir:

—Isfahan’a gitsinler öyleyse. Adam:

Orada kardeşin var. Vezir:

—Burûcerd’e gitsinler. Adam:

Orada da diğer oğlun var. Vezir:

—Kûh Gîlûye'ye gitsinler. Adam:

Orada öbür kardeşin var.

Vezir her kentin adını saydıkça adam da "Orada filan akraban var" diyordu. Sonunda sabrı tükenen vezir patladı:

— Öyleyse Cehenneme gitsinler!

— Orada da baban var!

***

 

Yazımızı bir şiirle noktalayalım

 

MAZLUM BEYANNAME

Zulüm sarayının son padişahı,

Şâhi topa benzer mazlumun ahı

Zamanı kuşatır sabır silahı

Devir döner, zalimler de ölür ey!

 

Hak’la arasından perde kalkınca

Olur şah damardan daha yakınca

Utancından can bedeni yıkınca

Ecel sınar, zalimler de ölür ey!

 

Garpta şafak atar doğu çözülür,

Mevcudatın varı yoğu çözülür,

Gün gelir güneşin tuğu çözülür,

Işık söner, zalimler de ölür ey!

 

Devran, hoyrat sürer zaman atını

Temelinden sarsıp âlî tahtını

Başına geçirir saltanatını

Korku siner, zalim her gün ölür ey!

Bestami YAZGAN