Şimdi kalkıp “İstanbul Radyosu’nun ilk naklen yayını 3 Şubat 1932'de Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın isteği ile Ayasofya Camii’nden Kadir Gecesi okunan ezan ile başlamış ve Mevlitle devam etmiştir” desem, ne  güzel bir anımsatma yapmış olurum değil mi…

Sonra devam ederek, Gazi’nin Filistin meselesi hakkında 1937 yılında söylediklerini hatırlatsam:

            “İslamiyet’in mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki; buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet’e lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen peygamberin son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hâkimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin, Selahaddin’in idaresi altında, uğrunda Hristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hâkimiyet ve nüfuzunun tahtında (altında) bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah’ın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur.” (“Filistin’e el sürülemez, Kemal Paşa Avrupa’ya ihtar ediyor” - Bombay Chronicle Gazetesi - 27.08.1937)

            Ve yazıyı Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in bir anısıyla tamamlasam:

            “10-11 yaşlarında idim. Bursa'daki evimiz Atatürk'ün köşküne çok yakındı. Bir gün Atatürk Bursa'yı şereflendirmiş, köşkün bahçesinde dolaşıyordu, ben de her Türk vatandaşı gibi onu yakından görmek arzusu ile kıvranıyordum. Yine bir gün bahçede dolaştığı sırada yerimden fırladım, ona doğru koştum. Görevliler yolumu kestiler. Beni, bir karış çocuğu yolumdan etmeye çalıştılar. Ben ise kararlı idim. Ne olursa olsun Ata'ya yaklaşacak ve onunla konuşacaktım. Beni yolumdan çevirenlere ağlamakla karşı koymaya çalışıyordum.

            Birden bir ses işittim. Bu Atatürk'ün sesi idi. 'Bırakın onu, bırakın gelsin' diyordu. Koşarak fırladım Ata'nın yanına gittim. Bir taraftan gözyaşlarımı saklamaya çalışıyor bir taraftan da söyleyeceklerimi tasarlıyordum. Ellerine sarıldım. Atatürk sordu: 'Çocuk, sen okula gidiyor musun?' Atatürk yakınlarına hep 'çocuk' diye hitap ederdi. Harpler sebebiyle okulumu yarıda bırakmıştım. Hâmim olan ağabeyime de yük olmama arzusunda idim. Hemen cevap verdim ve bir yatılı okula alınmamı istedim.

            'Ben seni yanıma alayım gelir misin?' diye sorunca büyük bir sevinç ve heyecanla, 'Ağabeyime sorayım' dedim. Kabul ettiler, derhal çağırtarak onunla konuştu ve anlaştılar. Böylece Ankara'ya, Çankaya'ya geldim. Uzun zaman ayrı kaldığım okuluma yeniden başlamanın sevinci içinde memnundum. Her sabah erkenden kalkıp Ata'nın elini öpmem âdet haline gelmişti. Yine bir sabah Ata'nın elini öpmek üzere yanına girdim. İşleri ile meşguldü. Bir süre ayakta bekledim, birden bir iç geçirdi ve 'Allah' dedi. O bunu sık sık tekrarlardı.

            Atatürk hakkında evvelce çok şey duymuştum. Bu tesirle olacak ki bir hayli şaşırdım. O'nun ağzından Allah kelimesini duymak beni şaşırtmış ve heyecanlandırmıştı. Ata'nın yüzüne şaşkın bakmış olacağım ki, 'Sen dindar mısın?' diye sordu. Ben de derhal hiç düşünmeden ailemden aldığım dini terbiye ile ikiyüzlülük yapmış olmamak için, 'Evet dindarım'' dedim ve cevabımı nasıl karşılayacağını anlamak için ürkek ürkek yüzüne baktım. Cevabım hoşuna gitmişti. 'Çok iyi? Allah büyük bir kuvvettir. O'na daima inanmak lazımdır' dedi ve bu konuda uzun uzun izahat verdi. Ben de o zaman anladım ki, Atatürk'ün dinsizliği hakkında söylenenlerin aslı yoktur ve Ata, bütün söylenenlerin hilafına dindar bir insandı…” (Said Arif Terzioğlu, “Yazılmayan Yönleriyle Kemal Atatürk”, s.88-89).