Nizamettin Bey zamanından beri postanenin önü, ayakkabı boyacısı esnafına ayrılmıştı. Şimdiye kadar en az yedi sekiz esnaf sıralanır, mesleklerini yapar, ekmek paralarını kazanırlardı.  
Yer altı dükkânlarının üstünde ters şemsiyelerin öncesinde de durum aynıydı. Şemsiyeler monte edildikten sonra da. Şemsiyeler sökülmüş, alanın etrafı adam boyu saçlarla kapatılmış, inşaat çalışmaları var. Ne inşaat alanı, ne de varsa boyacılar görünüyor, caddeden bakınca. Bunların içinde hemen girişte yapılı babacan biri vardı ki ondan başkasına boyatmazdım. Soranlara yol gösterir, PTT’de işi olan acemilere tarifle yardımcı olurdu. “Ağır vasıta eyliyetim var. Tır şoförüyüm” derdi. Son zamanlarda görünmüyordu. Sordum: hakkın rahmetine kavuştuğunu söylediler. Kendisine gani gani rahmetler dilerim. iyi adamdı, rahmetli.
Bu sabah merak ettim acaba boyacıları tedirgin ettiler, yerlerinden kişelediler mi diye. Kala kala iki esnaf kalmış. Uzaktaki meşgul, yakındakine selam verdim:
-Bir çift ayakkabı kaça boyanıyor?
-Ne verirsen.
-Olur mu canım, bu işin (rayici) fiyatı belli değil mi?
-Yedi buçuk on lira veriyorlar.
-Daha aşağısı olmaz mı?
-Daha aşağısı mı varımış ki?
-Örneğin beş lira?
-Ne ise seninki beş lira olsun. Terlik ister misin?
-Ver bakalım.
Hem boyuyor, hem sohbet ediyoruz. Birepliymiş. Ortaokulu yukarıda okumuş. Diploma da almış. “Hey gidi günler diyorum, kendi kendime, eskiden ortaokul mezunları bankalara girer, müdür bile olurlardı. Şimdi ayakkabı boyuyorlar.”
İşini bitirdi. Güzel de boyadı Allah için. Yüz lira verdim. Bir ellilik, dört tane de onluk saydı, bir beşlik aranıyor.
-Yorma kendini. Ben zaten on lira verecektim. Hakkını helal et.
-Ne demek amca helal olsun ne yaptım ki? Ben ayakkabını boyadım sen de karşılığını verdin. Sağ ol.
-Sen de sağ ol canım. Allah kolaylık versin. Hoşça kal.
-Güle güle…