Büyük heyecan sonunda anahtarımıza kavuştuk, soluğumuz gene (genişe) çıktı ya yeni maceralar aramaya başladık. Veli Kayalı’ya ettiğim telefonu anımsadım. Bağlara doğru gidiyorlarmış. Kaz uçar da Laz uçmaz mı? Hesabı Veli’ler gider de biz gidemez miyiz? Onlar atlı da biz yaya mıyız?

Nasıl olsa rahmetli kardeşim Adil’in satmayı unuttuğu bir parça baba malı, üzüm bağımız da var. Gidip görsek kötü m’olur?

Bu düşüncelerle yolun uzunluğunu gözümüz kesmediğinden korsayı rahatsız ettik. Bir süre gittikten sonra yolun çamurlu zamanında giden traktörlerin marifetiyle karşılaştık. Yol, yol değil, asfalttan ayrılan Topçam yolu sanki. Şimdi aramalı Eren Canbolat’ı. Eren olmalı ki direksiyonda, korsayı asfaltta kullanır gibi kullana. Hiçbir yerini hiçbir yere değdirmeden… Ben de fena kullanmadım sayılır. Altını en fazla üç defa vurdum.

Eski bekçi keliğinin karşısındaki pınarın başında durdum. Bağa giden cılgaya(Patika yol) çıktık güç bela. Bağlara bakan olmadığı için bizim yaya yolumuzu adam boyu otlar, çalılar kaplamış. Geçemeyeceğimizi anlayınca geri döndük.

Korsanın yanında etrafı kolaçan ediyorum. Yolda biraz yürüyüp döneceğim. Derken bağlardan bir erkek sesi bağırıyor bana doğru. Ne dediğini anlamıyorum ama ben de ona bağırıyorum anlamsız sözcüklerle.

Yakınına gelmemi işaret ediyor. Bu bakımlı bağın Hıdır Şahin’e ait olduğunu söylemişlerdi ama ben Hıdır’ı tanımıyorum ki. Birini ilk görüşte hemen tanımam için önceden en az üç dört kere tanıştırılmam lazım. Yaklaşınca aynı köylü olduğumuzu, benim onun adını duyduğum gibi onun da benim adımı duyduğunu, ama şu ana kadar birbirimizi tanımadığımız anlaşıldı.

Bağ evine, çay içmeye davet etti. Eşlerimizi de tanıştırdık. Tanıştıktan sonra birbirimizi çok sevdik. Öyle ki karı koca, bizi rahat ettirmek için ellerinden geleni yaptılar. Çırpındılar dense yeridir.

Tam sohbetin gözüne vururken elinde yaprak dolu bir poşetle de bağlara bizden önce giden Veli Kayalı çıkageldi. “Hanımı kaybettim” diyerek.

Koyu sohbetler eşliğinde içilen çaylardan sonra, kalkmak için izin istedi Veli. Ben de yeltenince kalkmaya, Hıdır’ın, “Siz, saat 2.30’a kadar buradasınız. Oturun!” sözüyle oturduk.

Şahsen hiç mangal yakmadım ama yakanları çok gördüm. “Tütün güzele gider” sözünün yalan olduğunu ispatlarcasına mangalın tütünü, yakamı hiç bırakmaz, çok rahatsız olurum. Yakmadan önce Hıdır, açık havadaki kuzine benzeri bir ocağa uzunca bir soba borusu taktı. Böylece ateşin dumanı ne güzeli, ne çirkini rahatsız edebildi.

Karı koca, önce orta boy sacı kaynar su ile iyice yıkadılar. Sonra sacın çukur bölümüne bir miktar sıvı yağ ile kuyruk yağını tahta kaşıkla karıştırmaya başladı Hıdır. Kıvamını bulunca kuyruk yağını bir tarafa alıp kuşbaşı eti döktü saca. Karıştır babam karıştır, zamanı gelince domates, biber ve baharat, soğan, en sonunda da tuz eklenince saç kavurma meydana çıktı.

Serpil Şahin’in salatasının eşliğinde masaya buyur edildik. Edildik ya bu kavurma da boş gitmez ki. Onu da düşünmüş Hıdır. Dört çay bardağına dört acı su, bardaklara suyu dökünce oldu en kaliteli bir ayran. Bu yaşıma kadar çok acı su içtim ama bu, başkaydı.

Yumuşak, kokusuz, ağızda güzel ve garip bir rayiha bırakan, kendine özgü tadına doyulmaz bir acı su idi. Tekel değilmiş, ev yapımı ama bu bağın üzümünden özenle yapılmış.

70lik şişeyle bir de hediye veren Hıdır, “Tatile giderken Çorum’a uğrarsanız üç şişe daha verebilirim” dedi. “Ama biz otobüsle geçeriz. Yine de teşekkür ederiz” dedim.

Karnımız tok, çakırkeyif olmuştuk. Çeşmenin suyunda korsayı da çimdirdikten sonra vedalaştık. Gelirken üç yerde altını vurduğum korsayı giderken Eren gibi kullanmıştım.

Sürücü diyorum, alkol alınca daha mı ustalaşıyor ne?