Sami Yaman

 Bugün 18 Mart 2016. Çanakkale Zaferi'nin 101. yıl dönümü. Televizyonda bugünün anlam ve önemiyle ilgili resmi tören programını izliyorum. Program sunulurken, Şehitler Diyarı'ndan görüntüler de veriliyor. Bunları izlerken, bir anda 31 yıl önce (1985 Temmuzunda) Bandırma'da Şehit Süleyman Ortaokulunda katıldığım bir semineri, ardından da bu bağlamda Çanakkale Abideleri'ne yaptığımız, değeri benim için kelimelerle ifade edilemeyecek kadar anlamlı olan o muhteşem geziyi hatırladım. Televizyonda program sunuladursun, ben kendimi kapıldığım anıların rüzgarıyla bir anda o kutlu diyarda buldum. Kalbimde ve dimağımda o güne ait duygular, düşünceler yeniden uyandı. Biliyorum, yazmadıkça ruhumdaki bu deli rüzgar dinmeyecek. Onun için karar veriyorum ve kalemi elime alıyorum. Kalemim beni nereye kadar sürükler, orasını da şimdiden kestiremiyorum. Yazacaklarım iki bölümden oluşacak. Birincisi seminer, ikincisi Çanakkale Abideleri'ni ziyaret. Seminer, Milli Eğitim Bakanlığınca düzenlenmişti ve konusu da Atatürkçülüktü. Hemen ve içtenlikle belirteyim ki üç hafta süren bu seminer, mesleki donanım açısından, benim için çok yüksek bir kazanım oldu. Çok yeni bilgiler, yeni yöntem ve teknikler öğrendim. En önemlisi, öğrenmeyi ve öğretmeyi öğrendim. Bunları içselleştirdim. Ufkum açıldı; olaylara, durumlara bakış açım değişti. Bir okul daha bitirdim. Diğer yandan, "seminer" dediğimiz eğitim etkinliğinin değer ve önemini kavradım. Bana göre, her öğretmen, meslek yaşamı boyunca en az üç beş seminere katılmalıdır. Bunun sayısız faydalar getireceğine inanıyorum. Ancak, seminerde ders veren görevlilerin tam bir ehliyet ve liyakat sahibi olmaları koşuluyla. Yoksa, düzenlenen etkinlik, boşuna bir mesaiden, sönük bir toplantıdan öteye gitmez; harcanan zamana, tüketilen kağıt ve kırtasiyeye, dökülen onca paralara yazık olur. Hem de günah olur. Zira, bunların her birinde tüyü bitmemiş yetimlerin hakkı vardır. Biz katıldığımız bu seminerde ortak giderler adına cebimizden paralar da vermiştik. Kuruşuna kadar helal olsun. İşte seminer denilen etkinlik, katılımcılara bunu dedirtebilmelidir. Arkasında böylesine onurlandırıcı, silinmez kazılmaz izler ve etkiler bırakabilmelidir. Bizim katıldığımız bu seminer, işte böylesine etkin ve yetkin bir seminerdi. Çünkü, bize ders veren görevliler, alanlarında en yüksek düzeyde donanımlı insanlardı. Hem ne söyleyeceklerini hem de nasıl söyleyeceklerini çok iyi biliyorlardı. Verdikleri derin ve geniş bilgilerden öte, öğretmenlik adına bize rol model olmuşlardı. Tek bir sözcük kullanmadan, bize derse hazırlıklı gitmenin önemini öğrettiler. Söylemediler, gösterdiler. Üç haftalık seminer boyunca, ben hiçbir hocanın derse materyalsiz girdiğini hatırlamıyorum. Koca koca profesörler, derslere ellerinde tomar tomar notlarla ve çanta dolusu kitaplarla girdiler, çıktılar. Fakat mesajlarını kitaplarla değil, hitaplarla verdiler. Yöntem ve teknik açısından gerekli olan teknolojiyi, zamanın tanıdığı imkânlar ölçüsünde kullandılar. Teksirler verdiler, kitaplar dağıttılar (parasız). Çünkü onlar bilgiliydiler, ilgiliydiler; alanlarında en yüksek düzeyde donanımlıydılar. Biz bu seminerde:

Prof. Dr. Sayın Yahya AKYÜZ'den derslerde konuları işlerken anekdotlardan yararlanmayı, bunun önemini, Prof. Dr. Sayın Hasan EREN'den dil bilincini, sözcükleri kullanırken vurgu ve tonlamaya değerince önem vermeyi, Prof. Dr. Sayın Hamza EROĞLU'ndan güncel ve milli sorunlarımızı, bunların derin gerçeklerini, Atatürk ve Atatürkçülüğü, Prof. Dr. Sayın Utkan KOCATÜRK’ten Atatürk sevgisini, Yard. Doç. Dr. Sayın Zehra ALTINBAŞ'tan ve yine Yard. Doç. Dr. Sayın Atilla ÖZER'den bilim sevgisini öğrendik.

Hepsine de derin saygılarımı ve şükranlarımı sunuyorum.

Seminerde bir de sürpriz yaşadım. Amasya grubuyla gelenlerden biri, Malazgirt Lisesinde birlikte çalıştığını öğretmen arkadaşım Hakkı SEZGİN'di. Uzun uzun konuştuk, eski günleri yâd ettik.

Seminere Türkiye'nin her yanından katılımcılar gelmişti. Bizim dönem itibariyle katılma sayısı 138 idi. Tokat'tan ben, Fikret AYYILDIZ, Rahmetli Resmi AKKAYA ve Lütfi AKANGÖL katılmıştık. Doğal olarak başka ilerden gelen değişik arkadaşlarla da tanışıyorduk. Bu şekilde bir hayli meslektaşla tanışmış olduk Seminerin son haftasında bir gün akşamüzeri, bize sürpriz bir haber ulaştı. Ertesi gün Çanakkale Abideleri'ni ziyarete gidecektik. Çok sevinmiştim. Zira, hayatımın en büyük arzusu gerçekleşecekti. Kitaplardan hayata, hayalden gerçeğe adım atacaktım. Bu, bana talihin en büyük bağışı oluyordu, aynı zamanda. Zira, Çanakkale Abideleri'ni görmek gibi bir büyük arzumu, belki dönemin şartları içinde kendi imkanlarımla hiçbir zaman gerçekleştiremeyecektim. Ama şimdi, gerçekleşmez sandığım bu büyük hayalim, gerçek oluyordu. Hem de beklenmedik bir anda ve son derece olağan koşullar içinde. Bu bakımdan, katıldığım bu seminerin bana sağladığı büyük kazanımlardan biri de böyle bir gezinin düzenlenmesi olmuştu. Düzenlemeyi yapan Milli Eğitim Bakanlığına ve beni böyle bir seminere katlama olarak gönderen Tokat İl Milli Eğitim Müdürlüğü yetkililerine yürekten teşekkürlerimi ve içten saygılarımı sunuyorum. Ertesi gün erkenden otobüslerle Bandırma'dan Çanakkale'ye doğru yola çıktık. Bazı yerlerden feribotla geçtik. Geçtiğimiz her yeri hayatımda ilk kez görüyordum. Bu nedenle nerelerden, hangi ilden, ilçeden geçtiğim' doğrusu, pek de net hatırlamıyorum. İşin gerçeği, bunu önemsemiyordum da. Benim için önemli olan, bir an önce o kutlu diyara ulaşmaktı. O hayal beldeye, kahramanlar diyarına ayak basmaktı. Bu diyarın toprağını öpmek, uğultulu rüzgarlardan, her bir şehidimizin tarihe şan veren ibretli destanlarını dinlemekti. Bunun için heyecanlanıyor, bunun için sabırsızlanıyordum. Yolculuk derin bir sessizlik içinde devam ediyordu. Nereye gelmiştik, hatırlamıyorum, otobüste bir anda sessizliği yırtan heyecanlı bir ses yükseldi:

- Arkadaşlar, şu anda Avrupa toprakları üstündeyiz, dedi. Genç arkadaşın bu seslenişi, kimseden bir karşılık bulmadı. Benim de ilgimi çekmedi. Dönüp kim olduğuna da bakmadım. Derken, az sonra bir arkadaş:

- Ne yapalım, Avrupa topraklarındaysak, dedi.

DEVAM EDECEK