Zamanında telefon, elektronik aletler, mekanik ürünler ve uçak olmadığı halde eski Roma’dan yaşadığı zamana kadar önemli tespitleri olan William Shakspeare, bir oyununda geçen şu sözleriyle, insanların dünyadaki var oluşunu sahnedeki oyunculara benzetir ve şöyle der:

"Tüm dünya bir sahne ve tüm erkek ve kadınlar yalnızca birer oyuncu: Çıkışları ve girişleri var hepsinin ve herkes kendi rolünde birçok bölüm oynar."

Dünya sahnesinde birer oyuncu olan bizler, kaderin hükmü ve o hükmün gereği birçok olayla karşı karşıya kalırız. Doğumdan ölüme kadar insan, kişilik, karakter ve edindiği terbiye gereği davranır yaşamında.

“İyi" insanların olduğu kadar bu dünyada, elbette "kötüler" de var.

Şüpheci, kavgacı, ağzı bozuk ve her türlü entrikayı düşünmekte usta olan ve tüm bu özellikleriyle de gurur duyan bir takım insanların varlığıyla yaşanmaz hale gelen dünyada, “Herkes karakterinin hükmüyle yaşar” sözündeki teselliye sığınırız çoğu zaman.

Sürekli yalan söyleyen, bir süre sonra söylediği yalanlara kendisi de inanan, vehimlere kapılıp kendine sanal bir üstünlük payesi veren, milletvekili ve bürokratlara yakınlık kurmak isteyip, o yakınlığı kuramayınca da, onların adlarıyla kendini “ayrıcalıklı” hale getirmeye çalışan ve tüm bunları yaparken de düştükleri komik durumun farkında olmayan nice Âdem’ler var.

Kaderin hükmüyle oynadıkları dünya sahnesinde Shakspeare’in sözünü doğrularcasına, başka oyunların, başka bölümlerinin içinde yer alırlar hiç durmadan.

Sözleri dinlenmez, ağırlıkları hissedilmez, varlıkları yok sayılır. Dinlenilmedikçe, hissedilmedikçe, yok sayıldıkça daha bir gönenip kalkarlar yerlerinden. Hep bir göze girme telaşı, hep bir yükselme, yukarılara çıkma ve zirveye tırmanma gayreti vardır zihinlerinde.

Ama ne hazindir ki her hamlelerinde çakılır kalırlar oldukları yerde.

Evet, iki lafı bir araya getirip konuşamayan, okuyup üretmeye dönük yetileri olmayan ve sadece oldukları yerde patinaj yapan bu insanların varlığı bir gerçek. Üzücü olan, yaşadıklarından ders çıkartmayan ve sürekli aynı hataları tekrarlayıp duran bu adamların, adına “özeleştiri” denilen ve kısaca “kişinin kendini sorgulaması” demek olan özelliğe de sahip olamayışlarıdır.

İnsan; yaşadığı dünyayı seven, her türlü canlıya karşı merhametli olan, “hayır” konuşamadığı yerde “susmasını bilen”, dedikoduyu ve gıybeti asla yapmayan ve hayatın her alanında adaletli olmakla mükellef, “yaratılmışların en şereflisi” olarak bilinir. Ego tatmininin kişilik bozukluğunda hayat bulduğu ve sahiplerini güvenilmez hale getiren hastalıklı özelliğinin şifası da, yine insanın kendisindedir.

Yazıya da başlık olan Tekvir Suresi 26. Ayette Allah, "Fe eyne tezhebûn: Nereye gidiyorsunuz?" diye sormaktadır insana. İşte bu ayetten de yola çıkarak, her türlü kötülüğü içinde büyüten, haset etmekten yorulmayan ve türlü entrikaların içinde debelenip duran herkesin, mutlaka bir özeleştiri yaparak “nereye gittiklerini” sorgulamaları gerekiyor.

Abdülhak Hamit’in Endülüs’ü kurtarmak için Cebelitarık’ı geçmeye hazırlanan ve bunun için de gemilerini yakan Tarık’a, “İstikamet nereye Tarık?” diye sorması gibi, bu arkadaşların da şöyle bir durup soluklanarak, kendilerine ‘istikamet nereye?’ diye sormalarını beklemek, bizim için hayal midir yoksa?..

(Yazarımız Hüseyin Alpay bu köşe yazısını ilk olarak 31 Mayıs 2017’de yayımlamıştır.)