Büyük lügatçi ve dünyaca meşhur Sıhah adlı eserin yazarı Hammad oğlu Ebu Nasr İsmail Cevherî Türk asıllı olup, Türklerin Otrar diye andıkları Farab şehrinde doğmuştur.          Memleketinde dayısı Ebu İbrahim İshak Farabi’nin nezareti altında Mükemmel bir tahsil gördükten sonra Arapçasını ilerletmek ve bazı kabilelerin lehçelerini öğrenmek için Irak, Suriye ve Hicaz’a uzun yolculuklarda bulundu. İşte bu sırada aldığı notlar, namlı eserinin esasını teşkil etmiştir. Bundan sonra çok zevk aldığı seyahatlerine devam ederek birçok âlimlerle tanıştı ve görüştü. Bu arada felsefe, ilahiyat ve edebiyat alanlarında bilgisini son derece ilerletti. Seyahatlerinin doğuya yönelterek Türk ülkelerini de dolaştıktan sonra nihayet Horasan’ın merkezi olan Nişabur’da yerleşti. Kendisi aynı zamanda devrinin en mükemmel hattatı olarak tanınmıştır. Yazdığı Kur’an-ı Kerimler yüz altına satılırdı. Bunların parasıyla ve Nişabur camisinde verdiği derslerin ücretiyle geçinmekteydi. Talebesi, bir hayli kalabalıktı. Sıhah adlı eserini de bu sırada yazmıştı.

            Cevherî bütün bu meşgaleler arasında bir taraftan da insanların gökte uçmaları meselesini düşünüyordu. Nihayet, kendi kendisine tahtadan kapı kanadı gibi kanatlar yaptı. Bunları kuşlar gibi çırparak uçabileceğini sanıyordu. Ancak, bir kuşun cüssesine ve sathına göre ağırlığının insana orantısını gerektiği gibi hesaplayamamıştı. Nihayet, gösteri günü geldi. Cevherî Nişabur Eski camiinin üzerine çıkarak seyre gelen halka:

            “-Ey ahali, bu dünyada misli geçmemiş bir şeyi meydana getirmiş bulunuyorum. İleriki nesiller için öyle bir ilmî düşünceyi tatbik edeceğim ki, buna teşebbüs etmek benden evvel kimseye nasip olmamıştır.” diye hitap ederek uçacağını ilan etti. Sonra tahta kanatları iplerle vücuduna bağlattı ve kendisini boşluğa bıraktı. Lâkin müthiş bir düşüş sonunda hemen öldü.

            Bu olay 14 Ağustos 1010 yılına yani bundan tam bin yıl öncesine rastlar. Onun cesedini dehşetle seyreden ahali, şüphesiz ki, aklını kaçırdığını sanıyorlardı. O ise, insanlığa ilk defa olarak göklerin yolunu göstermekteydi. Bundan elli yıl sonra da Benediktin tarikatına mensup Aliviye adlı bir papaz kollarına ve bacaklarına yapma kanatlar bağlayarak kendisini bir kuleden boşluğa bıraktıysa da, o da Cevherî gibi yere düşerek öldü.

Ondördüncü Lui zamanında Alar adlı bir hokkabaz, icat ettiği bir âlet vasıtasıyla Sen Jermen Kilisesinin üzerinden Vezine korusuna kadar uçarak oraya ineceğini krala söyledi. Ancak o da birkaç metre uçtuktan sonra düşerek ağır şekilde yaralandı.

İstanbulda ilk uçuş tecrübesi ise Cevherînin teşebbüsünden yüzelli yıl kadar sonra 1159 yılındadır. Bu sırada Manuel Komnen Bizans imparatoruydu. Selçuklu sultanı Kılıçarslan, imparatoru ziyarete gelmişti. Manuel, şanlı misafirini pek parlak bir şekilde karşıladı ve şerefine şenlikler, ziyafetler tertipledi. Bu arada Hipodromda yapılan çeşitli oyun ve yarışmalar Sultanı pek eğlendiriyordu. Bir gün İstanbul civarında yaşayan Araplardan bir tanesi havada uçacağını iddia ederek hipodrom –At Meydanı, bugünkü Sultanahmet Meydanı-daki kulenin tepesine çıktı. Üzerinde geniş bir elbise vardı.  Bunu, yelken gibi rüzgârla şişirerek uçabileceğini tahmin ediyordu. İmparator bu tehlikeli teşebbüsten vaz geçmesini bildirdiyse de dinletemedi: Nihayet, kol ve bacaklarını açıp elbisesini rüzgârla iyice şişirdikten sonra kendisini kulenin üzerinden bıraktıysa da bezden kanatları vücudunun ağırlığını çekemediğinden düşerek kemikleri kırılmak suretiyle vefat etti.

Bu bahsi, Endülüs Araplarından İbni Firnas diye anılan Ebu Kasım Abbas’ın uçma teşebbüsü ile sona erdireceğim. İbni Firnas dilci, şair, musikişinas, fizikçi ve astronomdu. Hatta çalar saati icat edenin bu zat olduğu rivayet edilir. Evinin bir odasında gökyüzünü, yıldızları ve bunların hareketini gösteren tertibatı ilk yapan da odur. Bir çok fizik tecrübelerinden sonra, o da uçmak hevesine düştü. Bunun için kuş tüyünden büyük kanatlar yaptı. İşte, ilk defa gökte uçmaya muvaffak olan odur. Kanatları hava ceryanına göre kullanarak bugünkü planörler gibi hayli uçup dolaştıktan sonra yere inerken muvazenesini kaybettiğinden düşmüş ve ayakları kırılmıştır. Dokuzuncu yüzyılın sonlarında yaşayan İnbi Firnas’ın bu tecrübeyi tekrarlayıp tekrarlamadığı bilinmemektedir. Devrin kaynakları, uçuş aletini kartal kanadını birbirine ekleyerek meydana getirdiğini kaydeder. Diğer bir rivayete göre, bu kanatlar, kendi icat ettiği bir nevi makine ile hareket ediyor ve rakkas bu hareketin biteviyeliğini sağlıyordu. Nitekim düşmesine de bu rakkasın durması sebep olmuştu.

İşte, bu isimlerini andıklarımız, insanlara gökyüzü yolunu gösterenlerdir. Bunların ilkinin bir Türk oluşu ise, milletimiz için büyük bir şeref ve iftihar vesilesidir.