Akçay’da tatildeki oğlum Eren, internette Tokat’a gelecek tiyatro ilanını görmüş. Eşim ile benim “İnsanı insanla, insanca anlatma sanatı olan tiyatroyu sevdiğimizi bildiği için haber verdi. Tabii önce hemen atladık.

"Gitmek isteriz ama biletleri nerden alacağız?" “İsterseniz ben alırım. En ön sıradan iki kişilik yer kalmış.”

Hanım istekli, ben mızmızlanıyorum. Sonra Eren arıyor. “Orası da satılmış. Balkondan ister misiniz?” “Hayır, ben önden bile duyacağımdan şüpheliyim. Kalsın.” Bu arada eşim başlıyor siteme: Tokat’a ayda yılda bir tiyatro geliyor, onu da senin kararsızlığın yüzünden kaçırıyoruz. Bizim tiyatro, senin kiraza döndü.”

Çocuktum, köye kirazcı gelmiş, kabı kabına kiraz satıyordu. Uzun ısrarlarımdan sonra bir sahan tahıl koparabildim. Onu verip o kadar kiraz alacaktım. Tahıl ve büyük umutlarla gittim ki, kirazcının yerinde yeller esiyordu. Hanım “Senin kiraz” derken bu olayı kastediyordu.

“Baba iki kişilik yer buldum. (J-1, K-1) satılmamış.” “Hemen al Eren, ne ise gidelim.” Uzun işlemlerden sonra internet, E-postamda başarıyla bilet alışımızı kutluyordu.

İşitme cihazlarımızın pillerini yeniledik. Saatinde tiyatrodayız. Girişte harıl harıl bilet satıyorlar. Masanın üzerindeki çizelgede farklı renklerde koltuklar var. Müşterilere “Şu koltuklar boş, dilediğinizi yüz lira karşılığında alabilirsiniz” diyorlar. “Hani hepsi satıldı. Diyordu internet?” “O internete ayrılan bölümü söylüyor.”

Gülseren öğretmen ve arkadaşları, grupça 60 liradan almışlar. Böylece biletlerin dört farklı fiyatla satıldığı anlaşıldı.

Öğrenciye 80, gurupça alanlara 60, girişte alanlara 100, bizim gibi internetten alanlara 113 liraymış.

Her şeyi kabullenip salona girdik. Eşim, J sırasının, ben K sırasının başlarına oturduk. Gelen geçti önümüzden, gelen geçti. Eşimin sırasına erkekler, benim sırama genç kızlar düştüler. Yalnız sol yanımdaki bir koltuk boş.Oyun başlamak üzere iken bir delikanlı geldi. Onunla eşimin yerini değiştirdik de yüreğim yerine oturdu.

Oyun tek kişilikmiş. Bir kişi çıktı sahneye, konuşuyor konuşuyor, ama ne onun mikrofonu, ne bizim işitme cihazlarımız yetiyor, konuşulanları anlamaya.

Göz kapaklarıma bir ağırlık çöktü ki açabilirsen aç. Ali Öztürk’ü anımsadım. Almanya’da kızının rol aldığı tiyatroya götürmüştü de bizi, konuşmaları anlamadan oyun izlemiştik. Eşime eğilip soruyorum. “Bu adam da mı Almanca konuşuyor yoksa?” omuz silkip “Bilmem!” diyor. Ne olursa olsun bazı sözcükleri uzaktan uzağa benzetebiliyordum. Ya da ben öyle olduğunu sanıyordum.

****

Birkaç söz de oyunun sergilendiği 26 Haziran Atatürk Kültür Merkezi’nin hal-i pür melalini yazmalıyım: ihata duvarındaki demir ana giriş kapıları, Kılıçdaroğlu’na kapatıldığı gibi sıkıca kapatılmış. Yalnız üstünde ne kocaman asma kilit, ne de demir kelepçe vardı. Bir görevliye yaya kapısının neden kapatıldığını sordum. "Oradan araçla giriyorlar kargaşa olduğu için“ dedi. O binayı bana verseler ve de kapı açık olsa yine girmem korsa ile. Çünkü önden araçla girmeye kalkarsan sekiz on beton basamak inmen gerekecek. Aklı başında olan kim vurur aracını oraya be, şu akaryakıt pahalılığında… Tiyatro severler, dolana dolana başka bir kapıdan girmek zorundaydı kültür merkezinin ana binasına.

Erkek tuvaletlerinde pisuarlarını naylonlarla sıkıca bağlamışlar, taşları bağlayıp köpekleri serbest bıraktıkları gibi. Son günlerde resmî dairelerde bir pisuar düşmanlığı başladı, ne hikmetse. Ya buradaki gibi sıkıca bağlıyor, ya da söküp atıyorlar. Öğretmen okullarda din dersi öğretmenimiz Rahmi Özer, erkeklere hitaben, ayakta çiş yapmamamızı önermişti. İdrarınız, paçalarınıza sıçramasın diye. Bunu önlemenin en iyi yolu pisuardır ama nedense bu günlerdeki yöneticiler, pisuardan gıcık kapıyorlar.

Böylece hiçbir şey anlamadığımız tiyatrodan gönül huzursuzluğu ile ayrılıp evimizin yolunu tuttuk.