Gregor Samsa ailesiyle birlikte sıradan bir yaşamın ezik kahramanı iken bir sabah yatağında kendini bir hamamböceği olarak bulur. Kafka’nın “varoluşçuluk” u sorguladığı, etkileyici bir romandır “Dönüşüm”… Hamamböceği olarak devam ettiği yaşamında bu “dönüşüm” e neden olan etkenleri ve bu yeni varoluşu içimiz ezile ezile okur, öğreniriz.

 

Türkiye Cumhuriyeti de kendi “dönüşüm” serüvenini yazıyor bir zamandır. Hem sistem hem de birey olarak dönüşüyoruz. Bizimki Gregor Samsa’nın serüveninden biraz daha farklı. Onun değişimi ondan bağımsız isteği dışında bir başkalaşım idi. Biz; bile isteye, göz göre göre dönüşüyoruz. Ama adı geçen romanla birebir örtüştüğümüz bir yer de var: Bizim dönüştüğümüz de korkunç bir şey. Hani adını koyamıyoruz bizimkinin tam olarak, çok yönlü bir başkalaşım bu çünkü. Dönüştüğümüz şeyi tek sözcükle karşılayabilmek pek mümkün görünmüyor.

 

Ayrışarak dönüştük… Biz, bize düşman olduk. Kendimizden “biz”i çıkarmaya ötekileştirmeye çalıştıkça hızlandı dönüşüm. Sokakta, evde, işyerinde öfke büyütmeye başladık birbirimize. Yetmedi dönüştüğümüz. Tahammülsüzlük, öfke, kinle beslenmeye başlayan dönüştüğümüz “şey”, güçlenmek için başka ayrımlara gereksinim duyuyordu.

 

Evde, sokakta, trafikte, çarşıda, pazarda, markette, kasapta hep kavga var, küfür dili her tarafta, okul önlerinden geçerken öğrencilerin kızlı-erkekli sohbetlerinde duyduğumuz küfürlerden yüzlerimiz kızarıyor… Konuşma dilimiz argo üzerine kurulu, sohbetlerimiz bel altı. Bilim, sanat, estetik bir tarafa, hepimizin ortak merakı siyaseti bile küfürle tartışan bir millet olduk… Ozan Hasan Hüseyin’in dediği gibi, “'Sanki Yunus yaşamamış bu topraklarda, Hacıbektaş diye biri geçmemiş buralardan…”

 

“Biz” biz değiliz artık, yaşadığımız, nefes aldığımız yer de “Türkiye Cumhuriyeti” değil sanki…

 

Modern çağ dedikleri illete yenildiğimizi kabullenme zamanı, durumun karanlığını kabullenme zamanı. Çıkış yolu yok. İyimser bir sonuç yok. İtiraz edenleriniz, inatla “ne yapmalı?” diye sorup çıkış yolu arayanlarınız vardır elbet. “Karşıt değerler” üretmeli ne olursa olsun. Dönüştüğümüz “şey” e karşıt değerler üretip, yenilenmeli, mücadele etmeliyiz.

 

Eğer gideceğimiz başka bir Türkiye varsa, hep beraber cinnetin korkunç egemenliğinde dans edip duralım, debelenelim kendi kör karanlığımızda. Ama başka bir Türkiye'nin olmadığını bile bile bu aymazlıklardan vazgeçemiyorsak... Vay halimize!

 

Sokrates, baldıran zehri içmeden yarım saat önce flütle yeni bir ezgi öğrenmiş, hiçbir işe yaramayacağını bile bile. Öyle işte; baldıran zehrini içmeye mecbur bırakıldıkça yeni şeyler öğrenmeye, sevgiye ve kardeşliğe dair ne varsa öğrenmeli halkımız. İnce hesaplar, çirkin planlar ve hain pazarlıkların boyutları ne olursa olsun, bu topraklarda Pir Sultan’ın, Dadaloğlu’nun, Yunus’un, Hacıbektaş’ın yaşadığını, sevgi ekip kardeşlik yaydıklarını bilerek yürüyeceğiz yarınlara.

 

Yürümek zorundayız…

 

Sönük tepkiler veren bir toplum olmaktan öteye geçip hesap sormalı; sormaya, sorgulamaya, dayanışmaya önem verip bu karanlık ve sonu belli olan “dönüşüm”ün önüne geçmeliyiz...

 

Bizim (başkaları gibi) gidebileceğimiz başka bir ülke yok çünkü!