ŞÜKÜR VE KANAAT, NAFTALİN KOKULU DÜKKÂNLARDA KALDI… 

 

Eskiden sigara, çay, hatta tuzu bile Tekel Kurumu’ndan alırdı esnaflar. Adliyenin yanındaki Tekel binasına gider, Birinci, Maltepe, Uzun Samsun sigaraları ile birkaç kilo çay ve tuz alıp dönerdik. Belediye otobüsüyle valilik önüne kadar gelir, oradan sonrasında ise sırtımıza yüklenip çıkardık, ta Sulusokak’a kadar. Çocuktum o vakitler; babama dükkânda yardım etmenin telaşıyla çoğu kez sebze haline gittiğimiz gibi Tekel’e de giderdik babamla.

 

Valilik önünden Sulusokak’taki dükkânımıza kadar sırtladığımız çuvallar ter içinde bırakırdı bizi. Bayram öncesi gitmelerimizde ise taksi tutardı babam, çok fazla ürün alacağımız için. O vakitler taksi de az bulunan bir ulaşım aracıydı. Gün evveli taksi ayarlanır, sözleşilen saatte buluşulur ve gidip ihtiyaçlar alınırdı. Halden sebzelerimizi getiren at arabası kadar keyif vermezdi taksi. İsmail Amca’nın at arabasındaki keyfin rakibi yoktu anlayacağınız.

 

Dükkâna alınacak ürünler için Meydan’daki toptancılara gidilirdi. Şimdiki gibi her şey kapısına gelmiyordu esnafların o dönemlerde. İşyerinin kapısında “Kanaat Gıda Pazar Bekir İpekli” yazan dükkândan daha çok alıyorduk malzemelerimizi. Rahmetli Bekir amca siyah ve gür sakalıyla bizi karşılar, çayımızı içirir, alacaklarımızı ayırır, hesapları yapar, parasını alır, bizi muhabbetle ve güler yüzle uğurlardı. O dükkânın içerisindeki naftalin kokusu bugün bile burnumda tüter. O kokuların içerisindeki alışverişin başka bir güzelliği vardı.

 

O zamanlarda sanki bütün dükkânlar naftalin kokardı. Raflara ip gibi dizilen malzemeler, 14 numara lamba camı, Alo, Tursil, Hacı Şakir sabunları, bezde satılan saf sabunlar ve bilumum gıda ve temizlik ürünlerinin kokusu naftalin kokusuyla ahenkli bir birlikteliğe imza atardı. Hele bir de içeride sebze-meyve varsa ve o kokular da ahenge iştirak ettilerse, bilin ki dünyanın en güzel kokusuydu hissettiğiniz. Hüseyin Yavuz’un bakkalının önündeki kış güneşinde, babamın, Kürt Kamil Amca’nın, Şeref Abi’nin, Nadir Amca’nın (Nam-ı diğer “Kel Nadir” Yıldız) sohbetleri ve biz meraklı çocukların onların sohbetlerine olan ilgisi görülmeye değerdi.

 

“Şükür” ve “kanaat” kavramlarının yaşadığı, yaşatıldığı ve koşullar elvermese de yüzlerin hep gülümsediği o zamanlardan bugüne çok şey değişti. Yan yana 5-6 bakkalın kardeşlik içinde yaşadığı, “Allah herkesin nasibini ayırmıştır, bize laf mı düşer” denilerek hep dayanışma içinde oldukları o esnaflık anlayışından,  birbirlerini eften-püften meselelerle şikâyet eden komşuluk ilişkilerine evrildik. Hastalıkta ve sağlıkta, iyi günde ve kötü günde hep yan yanaydı babam ve arkadaşları. İşlerdeki hareketlilik yavaşladığında “kanaat eden”, arttığında “şükreden” insanlardı.

 

Dükkânlardaki terazilerin muayeneleri olurdu eskiden. Her yıl teraziler belediyeye götürülür, orada doğru tartıp tartmadıkları test edilir, kefelerin altına mühür vurulurdu. Bu her yıl tekrarlanan bir durumdu. Bir sene babam muayene tarihinden sadece 3 gün sonra götürdü terazileri belediyeye. O 3 günlük gecikme için 1 hafta dükkânımız kapatıldı. Belediyelerin yaptırım gücü vardı anlayacağınız o zamanlarda. Hak, hukuk, düzen, adalet ve titizlikle yürürdü işler. 1 hafta işyeri kapanan babam “hata bizde, 3 gün geciktirirsen muayeneyi kapatırlar tabi dükkânı” diyecek olgunluktaydı.

 

O hep olgundu zaten… Sabah güneşinin üzerine doğduğunu hiç hatırlamam; namazdan önce annemle kalkar, namazlarını kılar, iki kişilik kahvaltılarını yaparlar, sonra sebze halinin yolunu tutardı babam. Onların sabah mahmurluğundaki seslerini yattığım yerden duyardım, öyle güzel gelirdi ki kulağıma konuştukları. Bazen uykuya yenilmem, babamın peşine düşer, sebze haline ben de giderdim. “Çok erken, yat uyu” merhametine rağmen çocuk aklım sebze halinde, babamla dönüşte içeceğimiz işkembe çorbasında ve at arabacı İsmail Amca’nın yanına oturarak ve arada da dizginleri bana vererek at arabası sürdürmesindeydi.

 

Bu sabah konuştuğumuz bir esnaf arkadaşımız yine eskilere dönmeme vesile oldu. İşlerin kötülüğünden bahsediyordu, sürekli her şeyin daha da kötüye gideceğini anlatıyordu. “Şükret” dedim. “Şükret ki bugünleri aramayalım, bak altında milyonluk araban, oturduğun milyonluk evin, bağın, bahçen var. Sağlığın da yerinde çok şükür. Sevenlerin, ailen de var ve sağlıklılar. Elinden geliyorsa yardım et insanlara, iyiliği çoğaltalım, kötülüğü def edelim” diye de ekledim. Sonra babamdan kalan anılardan anlattım biraz.

 

“Nesine şükredeyim… Siz zaten hep böylesiniz. Yandaşlıkta sınır tanımıyorsunuz. Yazık senin gazeteciliğine, yazık senin siyasetçiliğine” diyerek ayrıldı yanımdan.

 

Ne diyeceğimi bilemedim. Bakakaldım ardından.

 

Baba, aziz ruhun şad olsun.

Kürt Kamil, Kel Nadir, Bekir İpekli ve adlarını unuttuğum; naftalin kokulu dükkânlarında iyiliği, merhameti ve dayanışmayı bizlere öğreten kıymetlilerim, ruhlarınız şad olsun. Geri gelmeniz mümkün olmasa da kavuşacağımız zamana değin, o günlerdeki ahlakı yeniden yaşamamız için oralardan bizlere dualar edin ne olur…

 

Yoksa halimiz harap.