“Tekerleği kullanmayan büyük toplumlar oldu ama hikaye anlatmayan hiçbir toplum olmadı.” der, Amerikalı yazar Ursula Le Guin.
Bugün de öyle.
Belki son teknolojik aletleri herkes kullanamıyor ama hikayeler anlatılıyor. Hayal gücü yüksek insanların anlattıkları hikayeler ise ayrı bir renk, ahenk ve ustalık istiyor haliyle. Eğer hikayelere inanırsanız hayat da kolaylaşıyor; sizin görmediğiniz yenilikler, konfor ve her türlü rahatlığın olduğuna kanaat getirirseniz, (geçici de olsa) dert kalmıyor, sıkıntılar çöpe gidiyor.
Örneğin yaşadığınız şehirde her şeyin güllük gülistanlık olduğuna dair masallara kulak verirseniz, ülkenizde de işlerin her haliyle yolunda gittiğine dönük hikayelere inanırsanız, hayat kolaylaşır. Hayat pahalılığı, su, elektrik, telefon, doğalgaz faturaları unutulur, ekonominin uçtuğuna, dünyanın bizi kıskandığına inanılır.
Şehirde çamur, yol, trafik sorunu yoktur; herkes mutlu mesut yaşıyor efsanesi rüzgar gibi dağılır tepelerde. Gerçekteki acı, realitedeki sıkıntı yok sayıldıkça sanal mutluluk palyatif bir çözüm olmaktan öte, bir hayat felsefesi oluverir.
Süleyman Demirel’in “Meselleri mesele yapmazsak mesele kalmaz.” sözü gibi.
Bir de “Aman birlik ve beraberlik içinde olalım, BEN değil BİZ diyelim” diyen bir tayfa var. Görünüşte Müslüman gerçekte Süslüman olan bu tayfa; en çok ayrıştıran, dedikodunun, gıybetin dibine vuran, ayaklarının ucuna basarak camiye koşmayı dindarlık sanan enteresan insanlar. Şehirde paralarıyla konforlu bir yaşamı süren bu kesim, “dayanışma” deyince Ramazan’da yardım kolisi dağıtmayı anlayan tipik Emevî Müslümanları. Kur’an Müslümanlarını küçümseyen bu günümüz Emevîleri, nefisleriyle ortaklık yapıyorlar; gerçekleri kimi zaman görmüyorlar, kimi zaman da görüp de görmezden geliyorlar. Sözüm ona mütevazılar, lakin iki nefes sonra kibirlerini dinlerine tercih ettikleri için hemen başlıyorlar dedikoduya ve küçümsemelere…
Tam da bu noktada, geçtiğimiz gün gazeteci arkadaşım Fatih Kılıç’ın sosyal medya hesabından yaptığı “Ayrı ayrı duranlarla değil omuz omuza verenlerle kurulur yapı” temasını işleyen paylaşımının altına yaptığım yorumu sizlerle de paylaşmak isterim:
“Ayrı ayrı duranlarla değil omuz omuza verenlerle kurulur yapı, demek yetmiyor. ‘Biz olmalıyız’ diyenlerin de ‘benlikten’ öteye geçemedikleri bir yer burası üstelik. Asıl üzücü olan da ‘biz olacağız’ diyenlerdeki kibir… Daha da ilginci kendilerine ‘mütevazı süsü’ veriyorlar ve hiç de başarılı olamıyorlar bu konuda da. Söylemler hep aynı, sonuca baktığımızda ise durumlar iç açıcı değil. Birileri muhalif olmak adına sürekli eleştiriyor, birileri ‘biz olmalıyız’ deyip senlik-benlik kavgası veriyor, birileri de hiçbir şey için kılını kıpırdatmıyor. Varlığı ile yokluğu anlaşılamayan yapıların üst perdeden konuşmalarıyla ne ‘biz’ olabiliriz ne de beraber yürüyebiliriz. Ülkedeki ve şehirdeki kaotik yapının mimarlarının çizdiği rotayla sadece sosyal medyadan fotoğraf verilebilir, başka da bir şey olmaz, olamaz, göreceksiniz olmayacak da. Gruplar, grupçuklar ve her türlü platformların ‘ortak irade’ dedikleri şeyler, inandırıcılıktan uzak yapılar olarak karşımızda duruyor. İstanbul’da en fazla dernek Tokatlılara ait. Ankara’da bile 3’e 4’e bölünmüşler. Kimse kimseyi beğenmiyor herkes kendini en akıllı sanıp karşısındakini ezmeye çalışıyor, yok sayıyor. Bu şehrin kaderi de kederi de değişmeyecek, üzgünüm…”
Bu şehir hikayelerle bugünlere geldi, seçimlerini yaptı, “şimdi”yi belirledi, geleceğine de yön verdi. Bundan sonra da aynı döngü işleyecek; birileri “Biz olalım” edebiyatıyla kendine meşguliyet arayacak, birileri de arkasına bile bakmadan terk-i diyar ederek gidecek bu topraklardan.
Anadolu’da nüfusu en çok düşen şehirlerin liderliği Tokat’a yakışmasa da bizim böyle de bir gerçeğimiz var işte.
Tekrar edelim o zaman:
Bu şehrin kederi de kaderi de değişmeyecek.
Ve elbette, kederini kader yapan bu coğrafyayı sevmeye devam edeceğiz yine de…