Milli Eğitim Bakanlığı’nın Diyanet İşleri Başkanlığı ve Gençlik ve Spor Bakanlığı ile ortak yürüttüğü “Çevreme Duyarlıyım Değerlerime Sahip Çıkıyorum (ÇEDES) Projesi” başladığından bu tarafa süren tartışmalara her gün bir yenisi ekleniyor. Cami dışında sarık-cübbe ile hiçbir imamın görev yapmadığını bildiğimiz halde, cüppeli imam görselleri okullardaki sınıflara montajlanarak basında servis ediliyor. ÇEDES’e karşı çıkmak başka, montajlarla algı operasyonları yapmaya çalışmak bambaşka amaçlar taşıyor. Elbette bu uygulamaya karşı çıkmak da demokratik bir haktır; lakin bunu yaparken bilimsel verilerle konuşmak ve itiraz etmek gerekiyor. Karşı çıkanların da ikna edilerek, ÇEDES’in laiklik karşıtı bir proje olmadığının altının çizilmesi şart.
Toplumda hemen herkesin edep, adap ve ahlaktan uzaklaşılan bir zaman diliminden geçildiğini şikayet ettiğini biliriz. ÇEDES ile eksikliği hissedilen bu ve benzeri değerlerin öğrencilere aktarılması hedeflenirken, manevi iklimdeki bazı eksikliklerin tamamlanması hedefleniyor.
Öte yandan Avrupa’da din eğitimi bazı ülkelerde 2,5 yaşında başlatılıyor. Belçika’da 2,5-6 yaş arası çocuklara, öğretmenler koordinesinde papaz ve rahibeler ders veriyor. Almanya’da 3-6 yaş grubunun yüzde 70’i kiliselerde din eğitimi alıyor. Finlandiya’da küçüklere “Tanrı’ya sadakat ve şükran” öğretiliyor. İngiltere’de de okul öncesi din eğitimi müfredatını kilise belirliyor. Laiklik temelinde olması gereken din derslerinin ülkemizde de belli başlı bazı sıkıntılara rağmen devlet denetiminde sürdürülüyor olması ve din eğitiminin tarikatların elinden alınması gerekiyor. Bu sıkıntıları geçmişte acı deneyimlerle yaşayan ülkemizin tarikat ve cemaatler eliyle nasıl zor süreçlerden geçtiğine hepimiz tanık olduk.
Dolayısıyla devlet denetiminde din derslerinin verilmesi ülkemizin güvenliği ve esenliği için de bir teminat teşkil ediyor. Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu laik cumhuriyette çocuklarına doğru dini kaynaklarla eğitim verdiği modern bir ülke olarak, dünyada İslam ülkeleri arasında parlayan bir yıldız. Mustafa Kemal Paşa’nın laik-dindar yapısının devlet yönetimine sirayet ettiği günden bu yana, bu ülke dünyadaki en güzel ve yaşanır ülkeler arasındaki yerini aldı. Aksini düşünenlere hatırlatalım: İstanbul Radyosu’nun ilk naklen yayınını 3 Şubat 1932'de Atatürk’ün isteği ile Ayasofya Camii’nden Kadir Gecesi okunan ezan ile başlaması bile Gazi’nin üzerinde kopartılmak istenen algı operasyonlarının bitirilmesine yeter.
Anlatalım mı yeniden? Hafız Yaşar Okur anlatıyor:
“Yere Batan Camii’nde okunan Yasin tercümesinden sonra Atatürk, beni huzurlarına çağırdılar, dediler ki: ‘Dinî merasim güzel olmuş, tebrik ederim. Halk büyük rağbet göstermiş. Cami küçük olduğu için fazla izdiham olmuş. Ayni merasimi Cuma günü Sultan Ahmet Camii’nde de tekrarlayınız.’
Bu direktifleri üzerine gereken hazırlıklar yapıldı. Cuma günü öğle namazından bir saat evvel dokuz hafızdan mürekkep bir heyet Sultan Ahmet Camiinde toplandılar. Camiin içinde ve dışında on bin kişiden fazla cemaat vardı. Fatih Camii hatibi Hafız Şevket Efendi tarafından hutbe okundu. Sonra Cuma namazı kılındı ve tekbir alınmaya başlandı. Cemaati teşkil eden on bin kişi tekbire iştirak etti. On bin hançerenin ilâhî bir vecd içinde aldığı tekbirler pek ulvî bir manzara arz ediyordu. Tekbir bittikten sonra Kur’ân-ı Kerimin bazı sûrelerinin Türkçe tercümeleri okundu. Mevlidi müteakip bir dua ile dinî merasim hitam buldu. O akşam merasimin tafsilâtını Atatürk’e arz ettim. Halın merasime karşı gösterdiği alâkadan çok memnun kaldılar. Aynı merasimin Kadir Gecesi Ayasofya Camiinde de yapılmasını emrettiler.
Aya Sofya Camiinde okunacak Mevlid, Türkiye’de ilk defa radyo ile yayınlanacaktı. 1932 senesi Ramazanının yirmi altıncı gecesi okunacak bu Mevlid için bütün hazırlıklar tamamlandı. Akşam namazından sonra kapılar kapatıldı. İçerde ve dış avluda benzerine az rastlanan bir kalabalık vardı. Ancak polisin yardımıyla müezzin mahfiline kadar gidebildik. Teravih namazını Hacı Faik Efendi kıldırdı. Namaz arasında ilâhi ve âyin-i şerif okundu. Hoparlörler camiin her tarafına konulmuştu. Bu dinî merasim Türkiye’den ilk defa radyo ile bütün dünyaya yayılıyordu. Sıra Mevlide geldi. Yirmi hafızın iştirakiyle okunan Mevlid pek muhteşem ve ulvî oldu. Perde perde yükselen bu ilâhî nağmeler Aya Sofya Camii’nin cidarlarından Türkiye sathına ve bütün dünyaya yayılıyordu. Cemaat sanki büyülenmiş, gaşyolmuştu. Hele muazzam cemaatin de iştirak ettiği o tekbir sadaları, insana havalanacakmış gibi bir hafiflik hissi veriyordu. Bu ulvî ve ilâhî nağmeleri Atatürk de radyosu başında dinliyorlardı. Ertesi akşam huzuruna çağıran Atatürk bana şunları söyledi: ‘Dinî merasimi radyodan takip ettim. Çok memnun ve mütehassis oldum. Arkadaşlarınız hafız beyleri yarın akşam saraya iftara davet ediyorum. Kendilerini haberdar ediniz.’ Atamın bu baha biçilmez iltifatları hayatımın en büyük manevî servetidir…”
ÇEDES’ten Atatürk’ün dindarlığına evrilen bu köşe yazımızda bir kez daha; cennet gibi bir ülkeye, aralarındaki derin farklılıklara rağmen birliktelik ruhunu taşıyan büyük bir millete ve Mustafa Kemal gibi bir devrimciye sahip olmaktan gurur duyuyoruz…