Ne zaman bulunduğu yere gitsem, uzanmışsa doğrulur, oturuyorsa kalkar, sanki ben onun büyüğüymüşüm gibi halini düzeltirdi. Fotoğraf çekilirken başında kasketi varsa kasketini, beresi varsa beresini saygısı gereği çıkarırdı. Okuma yazmayı askerlik yaparken öğrenmiş bir köylü çocuğuydu. Ama O; hayatımda tanıdığım en naif, samimi, saygılı, içten, her hali tevazu ile yoğrulmuş bir beyefendiydi. Babam Bakkal Tahsin, benim tanıdığım dünyanın en merhametli, alçakgönüllü, sevgi dolu insanıydı.
O bir yetimdi. 10 yaşında yetim kalmıştı. Babasız büyümenin bedelini bir ömür ödemenin karşılığıydı hayatı. Sessiz, vakur, önceliği evlatları ve eşi olan bir hayatın kahramanıydı. O yüzden hep affeden taraftaydı. Hep alttan alan, en zor zamanlarında bile gülümsemeyi kendine görev edinen bir insandı. Ben 35 yaşımda yetim kaldığımda ancak onun gibi olabildim. İnsan babasını ve annesini kaybettiğinde olgunlaşan varlıkmış, anladım… Anladım, insan yetim ve öksüz kaldığında kavrarmış dünyanın kaç bucak olduğunu…
Daha önce de anlatmıştım: Bir gün dükkanımızda patates tartıyordum. Bir patates koyduğumda ağır, geriye aldığımda hafif kalıyor, terazinin kefesini bir türlü eşitleyemiyordum. Uzaktan beni izliyormuş, yanıma geldi, elimdeki patatesi aldı, terazi kefesinin içine attı, “Tartacağın her üründe terazinin kefesi her zaman müşteriden yana ağır olacak, bunu sakın unutma.” dedi. Terazinin kefesinin her zaman müşteriden yana ağır olması gerektiğini; adil, hakkaniyetli, vicdanlı olmanın, empati yapmanın, iyilikle hayata tutunmanın tek ve hakiki bir realite olduğunu, ben babamdan öğrendim. Şükür ki öğrendim. Dünyanın gelip geçici bir yer olduğunu, yaşarken iyilikler yapmanın, insanlarla dayanışma içerisinde kalmanın, kalıcı izler bırakmanın tek kazanç olarak bilinmesi gerektiğini, büyüklerimizden öğrendik biz. Şanslı kuşağız. Bir o kadar da bereketli bir kuşak.
Bugün yaşadığımız sorunların temelinde köklerimizden uzaklaştığımızın geldiğini hepimiz dile getiririz de kimse de o köklere nasıl yeniden erişebileceğimizi söylemez. Evet, bugün yüzlerce sorunumuzun olduğu mutlak bir gerçek. Bu meselelerin çözümünün de kaybettiğimiz değerleri yeniden keşfetmemizde olduğunu yine hepimiz biliyoruz ama hiçbirimiz bu yönde bir çabanın içine girmiyoruz. Aileden aldığımız terbiyenin, ahlaki değerlerin ve bizi biz yapan argümanların toplumsal yaşantımıza ilmek ilmek dokunması gerektiği gerçeğini, ne zaman kavrayacağız?
Adam kayırmanın, torpilin, iltimasın olmadığı, hak edenin alnının teriyle, emeğiyle, bileğinin hakkıyla bir yerlere geldiği Türkiye’den, liyakatsiz, sadece ülkeyi idare edenlerin “bizden”ine göre idarecilerin atandığı bir ülkeye evrildik. “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa/58) ayetine rağmen, haksızlıklarla, adaletsizliklerle, siyasal ihtiraslarla bambaşka yerlere savrulduk. Artık en az 30 yıl öncesinde kaldı Peygamberin “Komşusu açken kendisi tok uyuyan bizden değildir.” sözünün gereği. Şimdi herkes perdesini çekip kapısını kapatıyor, komşu ne durumda, aç mı açıkta mı kimsenin umurunda değil. Hatta selam vermeye bile çekiniyor insanlar, olur da benden bir şey isteyebilir diye. Selam işte, Allah’ın selamı, hesabın kitabın ne işi olabilir?
Ama gelin görün ki durumumuz bu. Daha vahimi herkes herkesin muhasebesini tutar hale geldi. Yine Peygamberin, “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin.” sözünü unutarak yapıyoruz bunu da. Kim arabasını yenilemiş, kaçıncı evini almış, tatile gitmiş, herkes herkesin muhasebesini yapıyor da kimsenin aklına da siftah yapmamış, çekini senedini ödeyememiş esnaf komşusu, elektrik faturasını yatıramamış kapı komşusu gelmiyor, gelemiyor. Hayırlı Cumalar mesajları dışında kendimizi manevi açıdan mutlu edecek başka bir şey de kalmadı elimizde.
O zaman, hadi geçmişe dönelim. Çocukluğumuzun mahallelerine, sokaklarına, avlularına dalalım hep birlikte. Zamanın ruhunu yitirdiğimiz bugünleri terk-i diyar ederek yapalım bunu ve o dönemin ruhunu getirelim bugünlere. Mahallemizde cenaze olduğunda vefat eden akrabamız olmasa bile tek kanallı televizyonlarımızı en az 3 gün açmadığımız o günlerin edebine dönelim. Evde ne pişirdiysek, komşumuzla bir tabak yemek paylaşalım. Dostları arayıp soralım, derdine derman olalım. İhtiyaç sahibine elde ne varsa paylaşalım. Parası olan parasıyla, olmayan da adabıyla muhatabını dinleyerek, derdini paylaşarak, moral vererek yapsın bunu. Dünyanın sonsuz bir hayatı barındırmadığını yeniden idrak edelim. Ebedi aleme gitmeden bir gönüle dokunmayı, bir yaraya merhem olmayı, bir sızıya su vermeyi görev edinelim.
Ben babam Bakkal Tahsin ile Ayşe Annemin sofrasındaki huzuru yeniden yaşamak ve yaşatmak adına çaba sarf edeyim. Sizler de kendi anne babanızın zamanındaki hissiyatı bugünlere taşıyın. Her birimiz ayrı ayrı şeyler yapalım geçmişin adı konulmamış cennetini bugünlere taşımak için. Yapabiliriz bunu. Önce bir selam, ardından bir hatır sormakla devam eder muhabbet. Bir tas çorbayla da tamamına erer muradımız. Sessiz, vakur, adaletli ve vicdanlı olmayı kendi hayatımıza tatbik ederiz, çocuklarımıza öğretiriz, takdiri Allah’a bırakırız ve böylelikle çözeriz bu kaotik meselelerimizi. Çünkü biz Anadolu insanıyız; ezelde ve ebette kederimiz de kaderimiz de hüznümüz ve sevincimiz de bir ve beraberdir.
Mustafa Bülent Ecevit’in “Birbirimizi beğensek de beğenmesek de hepimiz bir yurdun, bir ulusun insanlarıyız. Ne iktidarda daha üstün ne muhalefette daha aşağıyız. Partilerimiz ayrı olsa da devletimiz bir, kaderimiz birdir.” sözünü, siyasete ve gazeteciliğe başladığım günden bu yana kendime rehber edindim. Dilerim bu rehberlikle ömür yolculuğumu tamamlayabilirim. Dilerim ülkemiz ve halkımız da hak ettiği güzelliklerle dolu, insancıl, barış ve kardeşlik içerisinde bir yaşamı sonsuza kadar yaşayabilir.
Ve yine dilerim ki ülkemiz ve dünya hesapsız kitapsız dostlukların, arkadaşlıkların, komşulukların yaşandığı bir cennete döner kısa sürede…