İslami kaynaklarda "evliyanın büyüklerinden" diye bahsedilen, iyi tahsil görmüş, etkili bir hatip ve sözleri tesirli bir vaiz olan Yahya Bin Muaz, adeta zihinlere çakılan şu sözüyle de çokça bilinir ve de anılır: "Ey insanlar! Görüyorum ki, evleriniz Rum kayserinin evlerine... Lükse hayranlığınız, Kisra'nın tutumuna... Servet peşinde koşmanız, Karun'un anlayışına... Saltanatınız, Firavun'un saltanatına... Nefisleriniz, Ebu Cehil'in nefsine... Gururunuz, Ebrehe'nin gururuna... Yaşayışınız, Sefihlerin yaşayışına benziyor... Allah için söyleyin, Muhammedî olanlarınız nerede?.."

12 asır öncesinden bugüne değişmeyen ve korkarım ki değişmeyecek de olan "ihtiraslar manzumelerimizin" toplumsal bir hastalık haline gelmesi ve adeta çaresinin de olmayışı gibi bir gerçeğin ifadesi olan bu sözlere, kim itiraz edebilir? Lüks içinde ve bitmeyen bir tüketim çılgınlığıyla debelenip durduğumuz bu çağ mutsuzluk üreten bir zamanlar bütünü. Yahya Bin Muaz'ın yaşadığı çağ ile günümüz dünyasında çok da fazla değişen bir şey yok; eşyalar ve teknolojik değişimin getirdikleri dışında Muaz’ın dile getirdiği o "talihsiz yaşantılar", bugünün insanları için de "vazgeçilmez" hayatlar olarak kayıtlara geçiyor.

Bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçlar... Lüks ve şatafat içinde mutsuz, sorumsuz, edep, ahlak ve karakterden bihaber bir nesil... Kibrin ve egonun uçurduğu merhametsiz kalabalıklar... Ve tüm bunların sonucunda yaşanan sefil bir ömür... “Bir hırka-bir lokma” anlayışının temelini oluşturduğu bir öğretinin, “hanlar-hamamlar-yatlar-katlar-güzel arabalarla” taçlandığı bir yaşam biçimine dönüşmesi, kaçınılmaz bir sona doğru götürüyor insanlığı. Merhamet ve adalet duygusundan yoksun, maddeye dayalı ve yükselmek için sürekli başkalarını ezmek zorunda kendini hisseden bir neslin yaşadığı dramdır bu.

Bugün “soba”yı tanımadan büyüyen bir nesil yetişiyor. Sobayı yakmak için odun kesmeyi bilmeyen, sobada ısınıldığını göremeden yetişen bir nesil bu. 500 metre ilerideki okuluna anne babasının arabasıyla ya da servisle bırakılan bir çocuk, 2 kilometre yolu çamurda, karda, yağmurda, yaşta yürüyerek okuluna giden kendinden önceki neslin çektiği sıkıntıyı anlayabilir mi? Ya da -Allah korusun- günün birinde Allah, canına kast ettiğimiz doğanın intikamını alırcasına açlık, kuraklık ve yoksullukla bizleri cezalandırırsa, bugün arabadan inmeyen, zorluk nedir görmeyen bu nesil ne yapar acaba, hiç düşündünüz mü?

Düşünmedik… Aklımıza dahi getirmek istemediğimizden düşünmedik belki de. Oysa kuru sedir üstünde oturan bir Peygamberin, kimi zaman tek bir hurma ile Ramazan orucunu tutan o mükemmel öğreticinin getirdiği dine inananları olarak bizler, paranın, gücün ve zenginliğin sarhoşluğunda dünyada bırakacağımız her şey için amansız bir mücadele ile geçiriyoruz ömürlerimizi.

“Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme!” (Lokman Suresi, 18. Ayet) diyen yaratıcıyı unuturcasına sokakları arşınlayanlarımızdan tutun da merhamet ve adaleti sadece sosyal medyadaki paylaşımlarında kullananlarımıza varana değin hepimiz, bu kirli çağdan ve tüm yaşanılanlardan sorumluyuz. Çocuklarımıza çok para kazanmayı, doktor, mühendis, mimar olmayı telkin ettiğimiz kadar “sevgi, saygı, merhamet, adil olmak ve kardeşçe yaşamak” kavramlarını öğretebildiğimizde ancak dünyamızın kurtulabileceğini ne zaman anlayacağız bilemiyorum.

Bildiğim, bildiklerimizin utancı şimdilik.

Soralım o vakit biz de “Allah için söyleyin, Muhammedî olanlarımız nerede?.."

(Yazarımız Hüseyin Alpay bu köşe yazısını ilk olarak 29 Kasım 2016’da yayımlamıştır.)