Hayatım boyunca hiç bir tarikat ve cemaate üye olmadım. Hiç bir zaman şeyh-şıh önünde saygıyla durmadım, elini eteğini öpmedim, onların destekledikleri partilere oy vermedim, o partilerde görev almadım.
Müslüman ve Türküm. 30 yıldır politikanın içindeyim. Sol siyasetten geldim, sol siyasette yürümeye devam ediyorum. Milli hassasiyeti olan, yaşadığı coğrafyanın değerlerine saygıda kusur etmeyen, Mustafa Kemal’i ve Mustafa Bülent Ecevit’i dünya görüşünde rehber edinen bir yurttaşım.
Uzun yıllar DSP’de il başkanlığı ve Ankara’da Zeki Sezer liderliğindeki dönemlerde Genel Merkez PM üyeliği görevlerinde bulundum. DSP’de Genel Başkan Adayı oldum. Düzenin çarklarına uyum sağlayamadığımız için çizgisinden koparılan DSP’den bir grup arkadaşımla ayrılıp DSHP’yi yeniden açtım.
Demokratik Sol ilkeleri Anadolu’nun değerleri ile harman ederek Sayın Rahşan Ecevit’in DSHP’sini yeniden açarak adını Barış ve Eşitlik Partisi olarak değiştirdim, sonra da Milliyetçi Sol Parti’yi kurdum.
Bütün bunları yaparken hep “Bakkal Tahsin’in oğlu” sıfatımı bütün geçici etiketlerimin önüne koydum. Alacamescit’i, Kadı Hasan’ı, Takyeciler’i, Ulucami ile Kışla Mahallesi’nin kadim kültürünü ve Sulusokak terbiyemizi hiç ama hiç unutmadım.
Siyaseti milletvekili olmak hedefiyle değil de milletin derdiyle dertlenmek olarak gördüğüm için birilerine göre hep (amiyane tabirle) “enayi” olarak görüldüm. Bundan hiç rahatsızlık duymadığım gibi, bu bakış açımı onur duyacağım bir kişilik özelliğim olarak gördüm.
Bu dünyayı bu dünyadan ibaret saymadığım için birçok kişiyle uzlaşamadım. Yollarımız da gönüllerimiz de hep ayrı durdu onlarla. Gazeteciliğimde de siyasetimde de bu dünyayı bu dünyadan ibaret saymadığımızdan, çok ama çok yara aldım ve aldığım bu yaraları da gururla taşıdım, taşıyorum da.
Nefesim yettiğince bildiğim doğruları anlatmaya devam edecek ve bu uğurda benimle aynı özellikleri taşıyan, aynı idealleri paylaşan arkadaşlarımla yol yürüyeceğim.
Sebahattin Ali’nin dediği gibi; “Kimseyle hiçbir konuda yarış halinde değilim. Kimseden akıllı, kimseden güzel, kimseden iyi olma gibi bir iddiam yok. Kimse için ‘en’ değilim. ‘Daha’ değilim. Bu devasa iddiasızlığın bana verdiği özgürlüğün hastasıyım”…
Allah’ın yazdığı kaderi yine önce Allah’a güvenip sığınarak, sonra da kendi iddiasızlığımız içindeki mücadelemizle yaşayıp ömür maceramızı tamamlamak üzere başımızın üzerinde taşıyoruz.
Etiket, unvan ve nam peşinde koşmak işimiz değil; biz bu işleri doğduğum memlekette milliyetçilik adına kumpas kuran, iftiralar atan, yalan söyleyen, aile içindeki anlaşmazlıkları kullanarak tezgâh açan, liyakat ve ehliyetten uzak bir takım ucuz adamlara bıraktık.
Dolayısıyla, yazar Dücane Cündioğlu’nun, “Sahipleneni az diye hakikate hürmet etmekten vaz mı geçeceğiz?” sözü, kısa hayatımızın temel ilkesidir.
Toprağa üç arşın kefenle gireceğini unutan, ölümsüz olduğunu sanan ve tüm bu yanılsamalarla etrafına caka satan siyaset ve bürokrat erbabı ile hiçbir zaman, hiçbir şekilde, hiçbir yerde uzlaşmamak da bizim kusurumuz olsun.