Sanırım 4 ya da 5 arkadaştık. “Alacamescit Camii İlahi Grubu” olarak mevlitlere gidiyor, ilahiler okuyorduk. Grubumuzun kurucusu Alacamescit’in imamı Mustafa (Arslan) Hoca ile birlikte davet edildiğimiz yerlere gidiyor, huşu içinde ilahilerimizi söylüyorduk… İlahi okuma işimiz bittiğinde yemeğimizi yer, ardından avuçlarımıza sıkıştırılan harçlıklarla neşeyle dönerdik evlerimize. Mevlitlerde arkadaşlarımızla olan ahengimiz, camideki uyumumuzun da bir tekrarıydı.

Öyle ki Alacamescit’te yaz tatillerinde gittiğimiz Kur’an Kursu’nda, Elifba dışında çok şey öğrendik. Caminin minaresinde okuduğum ezanları dinlemek için pencereye çıkan annem, okuduğum ezanlar için gururlandığını bildiğim babam ve kertenkeleli minareden aşağıya baktığımda gördüğüm her bir tanıdık, benim için de ayrı bir heyecanın imgeleriydi. Eskiden istisnasız ezanlar minarelerden okunurdu. Mustafa Hoca da bizleri gönendirmek için bu görevi aramızda dağıtır, sırayla vakit namazlarında ezan okurduk. Ama bu konuda grubumuzda en istekli olan bendim sanırım. Yaşımız en fazla 12-13, heyecanımız 4/4’lüktü. Tarihi Alacamescit’in tarih kokan minaresine adım adım tırmanırken, basamaklarda bir o tarafa, bir bu tarafa kaçışıp duran kertenkeleler kimi zaman beni korkutsa da o korku içimdeki heyecandan büyük değildi.

Kuran Kursu talebeleri olarak vakit namazlarını kılmak da tabi ki görevimizdi. Özellikle Ramazan ayına denk gelen tatillerde hocamıza yardımcı olmak hepimiz için ayrı bir önem taşırdı. Cüppeyi ve sarığı giyerek, daha o yaşlarda cami cemaatinin önüne geçip namaz kıldırma onurunu bana yaşatan Mustafa Hoca’ya ne kadar dua etsem azdır. Beşören Köyü’nden olan Mustafa Arslan Hoca daha sonra Müftülüğe geçerek oradan da emekli oldu. O genç yaşında taşıdığı hoşgörüyle, çocuk yaştaki bizlere verdiği moral ve motivasyonla, güzel anılar biriktirmemize vesile oldu Mustafa Hoca…

Alacamescit’in kışın sobasını yakmak, sobadaki közü mangala almak ve odunları taşımak, belki de o yaşlarda bizim için dünyanın en keyifli işiydi. Yazın şadırvanın yanında oturup sırası üstüne dizilmiş kavak ağaçlarının hışırtısını dinlemek de (bugün bile) belki de hayatımızın en güzel, en unutulmaz ve en kıymetli anlarıydı. Günümüzde o kavak ağaçları yok artık. Keşke kesilmeselerdi. Çünkü kavağın ayrı bir nezaketi ve bence apayrı bir inceliği vardır ağaçlar arasında. Ama kesilip yok edilmişler işte…

Yıllar sonra hayat, herkes gibi beni de değişik yerlere taşıdı. Politika yaptım. Ailemin beklentilerinin ve alışılagelmişin dışında merkez sol bir partide iktidar döneminde ve iktidar sonrasında yöneticilik görevlerinde bulundum. Çocukluğumdaki Alacamescit günlerimin bana kazandırdıklarını hiç unutmadan oralarda yer aldım. Çünkü babadan tembihliydim: DSP’de il başkanı olduğum gün babam hayatında ilk kez bir parti binasına gelmiş ve bana “Alacamescit’i unutma” demişti. Oradaki “unutma” sözcüğü o kadar çok şeyi barındırıyordu ki…

Unutmadım da.

Son nefesime kadar da unutmayacağım inşallah. Çocukluğumuzda aklımıza ve yüreğimize nakış gibi işlenen değerleri bizlere kazandıran Hocalarım, Mustafa Arslan’a ve Hüseyin Dede’ye olan minnettarlığım hiç bitmeyecek. Allah her ikisinden de razı olsun.

Salgın sürecini yaşadığımız şu günlerde idrak ettiğimiz Ramazan ayı, çocukluğumuzun Ramazan günlerini alıp getirdi başuçlarımıza. Bu yazının ana fikri ise Alacamescit ve Kadı Hasan camileri arasında gidip geldiğimiz, Takyeciler ve Sarıgüllük Camileri arasında dönüp durduğumuz o mesut günlere, Ulu Camii ile Alipaşa Camii’nde yüzümüzde açan iyimserliğin zirveye çıktığı o muhteşem zamanlara olan özlemdir.

Şimdilerde arada sırada gidip ziyaret ettiğim Alacamescit sonsuza kadar var olsun, kertenkeleli minaredeki ezanlar hiç susmasın…

(Gazeteci-yazar Hüseyin Alpay’ın bu köşe yazısı ilk olarak 3 Mayıs 2021’de yayımlanmıştır.)