Nazım Hikmet bir şiirinde, “Gün doğmadan neler doğar dediler/ gün doğdu/ güneş doğdu/ hiçbir şey olmadı” der. Umutların geleceğe bırakıldığı, sürekli tazelendiği ve hep bir beklenti içerisinde olan insanoğlunun sürekli ileriye baktığını biliriz. Doğası gereği insan, bunu hep yapar. Yapamadığı zaman zaten yaşam çekilmez olur; umutlarını diri tutanlar yaşamayı başarabilir, diğerleri kaybolup giderler.
Dolayısıyla insanın ümitvar olması gerekir. Yaşam dediğimiz yolculukta karamsarlığı sürdürülebilir olmaktan çıkarıp iyimserliği yaşatmak en doğru tercihtir. Ama bunu başarabilmek de zordur elbette. Hele de bu hayat koşullarında karamsarlıktan uzak kalabilmek büyük maharet ister. “Olabildiğince” moral motivasyon sahibi olmak gerekir. Kaldı ki olunamadığı zamanlar işin içinden çıkılamayan zamanlar olur ki bunu da kimse yaşamak istemez.
Peki bunca sözü nereye bağlayacağız şimdi?
Tokat’a!
Ekmeğini yediğimiz şehre bağlamayacağız da nereye bağlayacağız başka? Yani demem o ki ülkesini seven herkesin vatanından soğutulmaya çalışıldığı bir ortamda, yaşadığımız şehre dair de umutlarımızı köreltecek girişimlerden uzak durmamız gerekiyor. Üzerine ölü toprağı serpildiği anlatılan bir şehrin bugününü ve geleceğini konuşmak her zaman doğru sonuçlar getirmiyor, lakin konuşmadığımızda da kendimizi kötü hissediyoruz.
Geçmişin izbe anılarında bazen kendimizi buluyoruz. Meydanı, Behzat’ı, Sulusokağı, Kışla Mahallesi’ni, bağları, Karşıyaka’yı falan anımsayıp mutlu oluyoruz. Alacamescit’ten Kadı Hasan’a, Tahta Minareli Camiden Ulu Cami’ye, Acepşir ve Sarı Güllük’ten Takyeciler’e; cami cami, mescit mescit hatırlarken semtlerimizi, içimizdeki burukluk hepimizin gözünden okunur. Burukluk, geçmişe olan özlemin dışavurumu olmaktan öte yaşadığımız dönemin savrukluğundaki çaresizliğimizdir belki de.
Umutlu olmanın yaşamsal öneminden bahsederek yazıya giriş yapmıştık. Ama 30-40 yıl öncesinin “şatafatlı inceliğinden”, bugünün “görkemli nezaketsizliğine” geçiş yapmamızın verdiği hayal kırıklığıyla umudumuzu yitirdiğimiz vakitleri çokça yaşıyoruz. Yitirilen umutlar bir daha geri gelmeyecek o yılların hüznüyle belleklerimizdeki yerini alırken, bugün yaşadığımız hoyratlıklar içerisinde debelenip duruyoruz işte.
Caanım Tokat’ın geçmişteki kıymetli büyüklerinin ortaya koyduğu insan olma iradesi, bugün yerini kömür karası bir cehalete bıraktı. Dedikodu, fitne, arkadan konuşma, paçadan çekme, iftira, yalan, kumpas, tezgâh; her şey var bugün. Ama “anlama, dinleme, hayra yorma, araştırma, arayı bulma, güzelliği ön plana çıkarma” gibi hasletler yok oldu gitti. Bin yıllık değerlerimiz ayaklar altında. Kendinden başkasını Müslüman saymayan, sürekli şerden beslenen, ağzı bozuk bir nesil türedi. “Her şeyin en iyisi benim” kisvesiyle dolaşan, kerameti kendinden menkul “bambaşka insan profilleriyle” yaşamak zorundayız artık.
Oysa Müslümanlığın nezaket diline, Türklüğün çelik kardeşliğine, insanlığın evrensel değerlerine olan ihtiyacımız her zamankinden daha fazla. Gelin bu kaostan kurtulalım; herkesi olduğu gibi kabullenip Muhammed Peygamber’in tertemiz ahlakını aslı astarı belli olmayan hurafelerden arınarak yaşayalım. Kardeş olalım; ince hesaplardan uzak duralım, önyargıları bir kenara bırakarak “acaba”lardan münezzeh bir hayatı birbirimize armağan edelim.
Gelin, insan olalım…