Eğitim camiası ile ilgili bugüne kadar en fazla haberi yapan, yaptıran, köşe yazıları kaleme alan bir gazeteciyim. “Bir tarafımın” eğitimci olması belki buna nedendir; lakin çocukların ve gençlerin başarı, esenlik ve mutluluklarının söz konusu olduğu bir alanda bu işleri yapmış olmak, benim için öncelikli bir görevdir de.

Eğitimde Levent Yazıcı ile başlayan bir dönüşümü yakalayan Tokat, Murat Küçükali ile bu ivmeyi daha da yukarılara taşımıştı. Sonrasında Murat Ağar ve Ahmet Özdemir ile bu çizgi sürdürüldü, çok güzel işlere imza atıldı. Kimse ötekileştirilmedi, hiçbir eğitimciye siyasi görüşü, sendikası ya da diğer aidiyetleri nedeniyle baskı yapılmadı. Öncelik “liyakat”, hedef “iyi öğretmenle iyi eğitim”, sonuçta ise “başarı” istendi ve hepsi de gerçekleşti.

“AK Parti” bürokratlarıydı hepsi de. Hepsinin siyasi görüşleri AK Parti’ye yakındı.

Ama hiçbiri “Biz istersek her şeyi yaparız” demedi. Meşveret ve şuradaki bereketi bilen bürokratlar olarak herkesi dinlemeye özen gösterdiler. “Devletin Milli Eğitim Müdürleri” olarak adaletten ayrılmadılar; bir olaydaki kanaatlerini açıklarken “kör gözüne parmağın” demediler, herkese eşit davrandılar. Öğrenci, öğretmen, idareci ve velilerle milyonlarca insanın yer aldığı eğitim camiasında ayrımın zaten olmayacağını bildiklerinden, bu şehirde de hiçbiri siyasetten aldıkları gücü insanların üzerinde hissettirmedi.

Adaletin bu şehirde eğitimden eksildiğini görmedik biz. Elbette şikayetler oldu, aksayan taraflar kimi zaman can sıktı, ama hepsine çareler üretildi. Üretilen çareler herkesi memnun etti, kimse kendisini sahipsiz hissetmedi. “AK Parti’nin Milli Eğitim Müdürleri” olarak benimsemedik biz onları, “hepimizin idarecileri” gibi gördük. Çünkü onlar taşıdıkları siyasal inanç ve kanaatleri hiçbir zaman adaletle karar vermelerinin önüne geçirmediler.

Sadece yükselmek ve etiketlerinin yanına daha fazla unvan almak için siyasi iktidara her koşulda destek vermek doğru değildi. Yapmadılar da zaten bunu. Yapmadıkları için de bu şehirde tertemiz bir mazi ve kalıcı izler bıraktılar. Eşitlik, adalet ve merhametle hükmetmeye gittikleri yerlerde devam ediyorlar.

“Yapılmayanı yapmak” her zaman insanı farklı bir yere koyar. “Gel Hocam memleketin bağından bahçesinden, ağacından, meyvesinden konuşalım. Gelin öğretmenlerim Necip Fazıl ne kadar bizimse Nazım Hikmet de o kadar bizimdir. Osmanlı ne kadar bizimse Cumhuriyet de o kadar bizdendir. Fatih ne kadar kıymetliyse Mustafa Kemal de o kadar değerlidir.” demeden olmaz bu işler. Şimdilerde “yapılmayan” bu maalesef.

Okullarda siyaset 1980 öncesinde olurdu. Ülkenin 1980 darbesinden sonra evrildiği yere baktığımızda 80 öncesine rahmet okutacak gelişmeler olduğunu görüyoruz. Herkesi olduğu gibi kabul etmek bu kadar zor mu olmalıydı bilemiyorum? Öğretmenin liyakatine değil de siyasal tavrına bakarak yol almaya çalışmak kime, ne fayda verdi bugüne kadar göremiyor kimse şimdilerde.

“Ağzımızla kuş tutsak kimseye derdimizi anlatamıyoruz” diyen çokça eğitimcilerin olduğu bir şehirde kime neyi anlatabiliriz bilemiyorum. Fakat İstiklal Marşı’nın 10 kıtası ve 41 mısrasında uzlaşabilmek varken, “Bugün biz güçlüyüz, yarın da buralarda biz olacağız ve hiç gitmeyeceğiz.” gibi Firavuni bir bakış açısıyla siyasal İslamcılık yapmak kimseye bir fayda vermez, işte bunu çok iyi biliyorum.

Üstelik güzelim İslam’a “siyasal” yaftasını bulaştıranlarla da Allah’ın huzurunda hesaplaşmanın nasip olmasını diliyorum.