Diyanet deyince aklıma gülsuyu gelir.

Gülsuyundaki o naif gül kokusunu camilerde daha çok hissettiğimizden belki de. Çocukken Alacamescit’teki koşturmacalarımızın bıraktığı anılar demetinde, gülsuyunu, şadırvandan akan suyun melodisini, caminin bahçesindeki kavak ağaçlarının hışırtısını aklıma getirerek kendime terapi uygularım. Ayda en az bir kez de Alacamescit’e giderek bu terapiyi daha kuvvetli hissetmeye çalışırım.

Diyanet deyince aklıma Kur’an kursları gelir.  

Çocukken gittiğimiz o kurslarda yalnız Elifba değil, nezaket, edep ve kadirşinaslık gibi kavramlar da öğretilirdi. Evden ve okuldan arta kalan zamanlarda Kur’an Kurslarında geçirdiğimiz o vakitlerin kıymetini bugün daha çok anlıyorum. Saygı, sevgi, nezaket, anlayış ve yaratılmış bütün canlıları hürmet etmeyi öğreten o kursların bugün de aynı çizgide evlatlarımıza hizmet sunmalarından gurur duyuyorum.

Diyanet deyince aklıma kadirşinas Hocalarımız gelir.

Alacamescit’in imamı Mustafa Arslan ile ebediyete irtihal eden Müezzin Hüseyin Dede’yi nasıl unutabilirim? Hepimizi olduğumuz gibi kabul eden, evlatları gibi davranan, nasihat eden ve tertemiz hayatlarıyla örnek aldığımız o mütevazı din adamlarımızı unutmak mümkün değil elbette. Takyeciler Camii’nin Müezzini Halil Hoca’nın nüktedanlığını ise bugün bile örnek gösteririm. Bir din adamının herkesten çok güler yüzlü olması gerektiğini düşünerek Halil Hoca’yı anlatırım. (Halil Özer Hocamız aynı zamanda Milli Eğitim Bakanımız Mahmut Özer’in babasıdır.)

Diyanet deyince aklıma fedakâr cami cemaatleri gelir.

35-40 yıl öncesinde imkânların daha az olduğu dönemlerde camilerin masrafları için yalnız cumalarda cemaatten para toplamakla yetinilmez, esnaflar imece usulü ile her bir noksan için camilere yardımda bulunurlardı. Alacamescit, Kadı Hasan, Acespsir, Sarıgüllük, Takyeciler ve daha nice camiler için yaparlardı bunu. Kışla Mahallesi’nde, en başta Sulusokak’ta ne kadar cami ve mescit varsa, uzaklığına yakınlığına bakmadan yaparlardı bu yardımları.

Diyanet deyince aklıma Kertenkeleli minare gelir.

Alacamescit’te ezan okumak için çıktığım tarihi minarenin basamaklarını tırmanırken bir o yana bir bu yana koşturan kertenkeleler çoğu kez çocuk yüreğimi yerinden oynatsalar da ezan okumanın verdiği gururun önüne geçemezlerdi. Mustafa Hoca görev verir, bize öğretmek ve sorumluluk vermek adına ezan okuttururdu. Bir İkindi Vakti geç kaldığım ezanı nefes nefese ve son derece kötü bir şekilde okumuş, ne dediğim anlaşılmamıştı. Aşağıya büyük bir mahcubiyetle indiğimde, minarenin küçük kapısından içeriye girmiş ve başta Mustafa Hoca olmak üzere cami cemaatini tebessüm eden gözlerle beni beklerken bulmuştum. Başımı okşayarak “arada olur böyle, ama yine de güzel okudun” demişler ve o mahcubiyetimi gidermek istemişlerdi. O tebessümler bugün bile içimi ısıtır, verdikleri o moral bugün bile motive eder beni.

Diyanet deyince annem ve babam aklıma gelir.

Ezanı benim okuduğum vakitleri bildiğinde pencereye çıkarak beni gözyaşlarıyla dinleyen annemi ve müezzinlik yaparken gururunu bakışlarıyla kalbime işleyen babamı şimdi nasıl yazsam bilemedim. Çocukluğumun aziz hatıralarında unutulmayacak yeri olan Alacamescit’in, hocalarımın, semtimizin ve ailemin bıraktığı tortularla hayata tutunmak, taşıdığım en büyük onur. Bu onurun kıymetli mimarlarını saygıyla ve hürmetle bir kez daha anıyorum.

Diyaneti sevmek bu ülkeyi kayıtsız-koşulsuz sevmektir. Camilerimizden yükselen o naif gülsuyu kokularının birlik ve beraberliğimize, kardeşliğimize ve toplumsal barışımıza sinmesini içtenlikle dilerim.