Bir gün Nasreddin Hoca eşeğine binmiş, oğlu ile pazara gidiyormuş. Yolda birkaç kişiye rastlamışlar “Allah’tan korkmuyor musun, Hoca” demişler, “Kendin eşeğe binmişsin, küçücük çocuğu yürütüyorsun!”

Hoca, “Doğru yahu” demiş ve kendisi eşekten inerek oğlunu bindirmiş. Bir süre sonra yine başka bir gruba rastlamışlar. Onlar da oğlanı azarlamış, “Yaşlı başlı baban yürürken sen eşeğe binmeye utanmıyor musun?” demişler.

Bu kez ikisi birlikte eşeğe binmiş. Bu sefer de “Sizde hiç insaf yok mu yahu, ikinizi birden zavallı hayvancık nasıl taşısın?” diye söylenmişler.

Bunun üzerine ikisi de eşekten inmiş ve yürümeye başlamışlar. Onları bu halde görenler, “Sizde hiç akıl yok mu eşeğe binsenize!” demiş… En sonunda Hoca oğluna, "tut şu eşeği oğlum!” deyip eşeği sırtlarına almışlar! Buna şahit olanlar da katıla katıla gülmeye başlamışlar. Oğlu, “Baba, galiba insanları ancak memnun ettik!” demiş…

Bu fıkra, biz gazeteciler için emsal teşkil ediyor. Aklıma her geldiğinde, fıkradaki Nasrettin Hoca ile oğlunu gazeteciler olarak düşünürüm… Çileli, hep yanlış anlaşılmış, kendi içlerinde hiçbir zaman birlikteliği sağlayamamış ve değişik toplum kesimlerinin sürekli hedefinde olmuş gazetecilerin hüzünlü öykülerini anımsar ve umutsuzluğa kapılırım.

Oysa bazıları bilmez ki…

Gazeteciler de tıpkı berber, bakkal, manav, doktor ya da öğretmenler gibi bu ülkede yaşayan insanlardır. Onların da bir aileleri, geçim mücadeleleri ve yaşam standartları vardır. Onlar da vergi veriyor, harcama yapıyor ve herkes gibi hayat mücadelesi içerisindeler.

Hepsinin başkaları gibi bir dünya görüşü ve taraf oldukları siyasi hareketlere sempatileri vardır. Robot değillerdir; duygularıyla hareket ederler, beklentileri ve idealleri uğruna mücadele verirler. Yani herkes gibi… Herkesin sahip olduğu sorumluluklar neyse gazetecilerde de aynısı vardır. Ev geçindirmek, çocuklarının nafakasını çıkarmak ve hayatta kalmak gibi her türlü mücadeleyi onlar da verirler.

Gazeteciye geçinmesi için gereken para göklerden gelmez. Ya da bankamatikten her ay gidip maaş alamaz çoğu. Kalemi sermayesidir. “Satılık kalem” diyen andavallar bunu bilemez tabi. Tuzu kuru emekli amcalar, kira ve faiz geliri olan müzmin muhalifler “şunu da yazsana yandaş gazeteci!” diye her söylediklerinde bunlar gelir aklıma.

Kendileri konuşamaz da yazamaz da. Sahte-sanal isimlerle hesap açarlar, oralardan yazar-çizer efelenirler. Adıyla sanıyla, her şeyi ile ortada olan biz gazetecilere ise emir telakki ederler. Adımızı “yandaş gazeteci”ye çıkarırlar. Her şeyin en iyisini onlar bilir. İşlerine gelmeyen her yazımızın ertesinde “bunu nasıl yazabilirsin!” hadsizliğini yapmaktan da geri durmazlar. Sanki patronmuş gibi, sanki bizlerin maaşını veren işveren ya da cebimize harçlık koyan babalarımız gibi davranmaktan geri durmazlar. Böylesi bir hadsizliğin sahiplerine elbette cevaplarımız her zaman oluyor ve yanıtlarını veriyoruz.

Ama ne gerek var? Niye gazetecilere ayar verme ihtiyacı hissedersiniz ki? Bırakın dileyen dilediğini yazsın. Ben bu şehirde köşe yazarının yazılarına son verdiren muhalefet partisi il başkanını bilirim. 20 yıllık AK Parti iktidarının hiçbir döneminde görmediğim baskıyı son 2-3 yılda muhalefetten yaşamış bir gazeteciyim. Ne anlatayım ki ben size şimdi. Ne diyeyim? Şamar oğlanı sandığınız gazetecilerin vebalini taşımak bazılarınıza yeter, ama gönül bu işte, yazamadan da edemedim.

Herkesi memnun edemeyeceğimiz gerçeği ışığında yazıyorum bir kez daha:

Gazetecilerin üzerinden elinizi çekin! Ayar vermeye çalıştığınız her gazeteciye salladığınız parmaklarınızı indirin. Fıkradaki gibi hiçbirinizi sırtımızda taşımaya niyetli değiliz.

Ve mutlaka, “Göstere göstere bilediğiniz bıçak, bir gün elinizi kesecek” diyen şair Gülten Akın’a kulak verin…