Hazine eski Müsteşarı Mülkiyeli Mahfi Eğilmez, “Hazine’ye 1997 yılında müsteşar olduğumda, bir kasa vardı, anahtarı bana verdiler. Kasayı açtım, tüm eski müsteşarlar kendilerine gelen hediyeleri demirbaşa yazıp kasaya koymuş. Kimse alıp götürmemiş. Altın saatler falan vardı. Bizim dönemimizde böyleydi.” diyor.

Bugünler için “ideali” temsil eden ne anlamlı bir örnek değil mi? Herkesin “yolsuzluk” ve “yoksulluk”tan şikâyet ettiği günümüzde, hiç kimsenin bu iki konuda yeterli bir mücadeleye girişmediğini de görüyoruz. Ötesinde, yolsuzluğun ve yoksulluğun normalleştiği, kanıksandığı bir süreçten geçiyoruz. Aslında, toplumsal trajedi haline gelen ekonomik ve sosyal savrulmanın “çok iyi anlaşılmadığı” bir dönem bu.

Evet, ülkede akan damların, tütmeyen bacaların, evine ekmek götürmekte zorlanan aile reislerinin gerçek manada farkında değil siyaset. Bir tarafta bazı insanların kaynağı belli olmayan mal varlıkları, diğer tarafta ülke kaynaklarının adaletli paylaşılmaması sonucu ortaya çıkan derin ve büyük yoksulluğu yaşayan milyonlarca insanın çaresizliği…

Adaletin her gün sorgulandığı bir ülkede, yolsuzluk ve yoksulluk sarmalıyla kuşatılan halkın yarınlara olan umutsuzluğu ise apayrı bir handikap. Umudunu yitiren milyonlarca insanın varlığından da haberi yok siyasetin. Onlara göre “Evet, ülkede bazı sıkıntılar var ama abartılacak boyutta değil hiçbir şey”. İnsanların umutlarını kör kuyulara attığından da haberleri olmadığı için mavi boncuk dağıtmanın ve sorunları küçümsemenin hâlâ bir çözüm olduğunu sanıyorlar.

Oysa gerçekten durum hiç öyle değil… Bunu muhalif olmak ya da siyaset yapmak için söylemiyorum. Gerçekten insanlarımızın durumu git gide daha da kötüleşiyor ve ülke kocaman bir sis bulutunun içerisinde önünü göremiyor. Her gün tanık olduğumuz bambaşka olgular bizi doğrulamaya devam ediyor. Kepenk kapatan milyonlarca esnaf bile durumumuzu özetleyecek tek başına bir örnek sayılabilir.

Ödeyemedikleri yüksek sosyal güvenlik primleri, yani BAĞKUR borçları yüzünden eczane kapılarından ilaç alamadan dönen esnafların sayısı milyonlarla ifade ediliyor. Her gün yüzlercesi kepenk indiriyor, işsizler ordusuna katılıyor. Üstelik dükkânlarını kapatanların yaş ortalamaları 50-55 arasında. Bunca yılki esnaflıklarından sonra işsiz kalmanın ağırlığına yoksa bu yaşlarda iş bulamayacak olmalarına mı üzülecek bu insanlar? Evlerini nasıl geçindirecek, çocuklarına hangi parayı harçlık verecekler?

Evet, başlı başına esnafların durumu bile sosyal dokumuzun tahribatına örnektir. Aileler dağılıyor, çocuklar okullarını bırakıyor, suç oranlarında artış yaşanıyor ve ahlaki değerler erozyon geçiriyor. Ekonomik çöküntüyle birlikte, manevi iklimin de adeta bir deprem etkisiyle sarsıntıya uğraması, doğru orantılı bir şekilde gerçekleşiyor. Tepeden tırnağa kirliliği yaşayan bir ülkede, “Sadece biz değil bütün dünya böyle.” yanıtına da itiraz ediyorum.

Çünkü biz bütün dünya gibi değildik, şimdi de olamayız. Edebali’lerin, Yunus Emre’lerin, Pir Sultan’ların ve yolumuza ışık tutan bütün kıymetlilerimizin bıraktıkları miras bunu kanıtlıyor. Titreyip kendimize dönmek, mücadeleden vazgeçmeden, kaybolan umutları yeniden tesis edecek kudreti yakalamak bugünün öncelikli görevi.

Bugün böylesine bir kutlu yürüyüşe ihtiyacımız var.

Kötülüğün, umutsuzluğun, çaresizliğin ve bilcümle karanlığın içerisinden çekip çıkmak için yürümek zorundayız.

(Bu makale ve yazarın diğer yazıları Hüseyin Alpay’ın izni olmadan başka bir yerde yayımlanamaz, isim vermeden, kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz.)