…

Türkiye’nin yaklaşık 1 asırlık Cumhuriyet öyküsü, başlı başına bir başarı öyküsüdür aynı zamanda. Savaştan çıkmış bir yurdun kısa zamanda kendini toparlayıp hayatın her alanında yenilenmesi ve çağın mantalitesine yakışır bir şekilde dünyada kendine yer edinmesi, bu başarı öyküsünün ana fikridir. Farklı kültürlerin kendisini ifade ettiği, bir arada yaşadığı ve uzlaşarak bugünlere geldiği Cumhuriyet yolculuğu, geldiği yolda kimi zaman engellerle karşılaşsa da yönünden sapmadan devam ediyor.

Çok partili siyasi hayata geçtiğimiz 1946 yılından bu yana aralıklarla darbeleri yaşayan demokrasi yolculuğumuz, askeri vesayetten tam anlamıyla kurtulduğumuzu düşündüğümüz bir zaman diliminde, 15 Temmuz 2016 tarihinde hain bir kalkışma ile karşılaştı. Türkiye’nin var olduğu coğrafyada tam bağımsız bir ülke olarak yaşamasını istemeyenlerin yeni tezgâhıydı bu. Tarihte Amerikan ve İngiliz mandasını savunanların günümüzdeki temsilcileri tarafından işgal edilmek istenen Anadolu, mayasındaki asil ruh ile karşı koydu o işgale.

Askeri ve bürokratik oligarşiyi sürdürmek, ellerinden alınan imtiyazlara yeniden kavuşmak ve ülkede askeri bir rejim kurmak amacını taşıyanların bu son darbe girişimi de bize gösterdi ki Türkiye’nin demokratikleşmesi her türlü cunta girişimini harekete geçirmeye yetiyor. Cuntacıların özgürlükler karşısındaki tahammülsüzlüğü ilk olarak 27 Mayıs 1960 darbesiyle ortaya çıkmıştı. O tarihten bu yana her darbe girişimi ‘elitist azınlığın yararına bir geriye dönüşün işareti’ olarak kayıtlara geçti.

Bugün artık üniversiteler başta olmak üzere, kamu kurumlarına ve askeri tesislere başörtüsü ile girilebildiğinden bahsediyoruz. Oysa bu mevzu yalnız başörtüsü meselesi değildi. Askeri vesayetin kendi personeline dahi insan hak ve hürriyetlerini esirgediğini, ayrımcılık yaptığını ve ötekileştirdiğini de unutmamak gerekir. Subayların faydalandığı tesislere Astsubayların giremediği, tuvaletlerinin bile ayrıldığı, subay eşlerine er ve erbaş tahsis edilerek özel işleri için o askerlerin kullanıldığı günler, daha dün gibi belleklerdeki tazeliğini koruyor.

İşte, özellikle bu son dönemlerdeki değişiklikler ve özgürlükçü politikalarla askeri vesayetin sona erdirilmesi, eli kanlı terör örgütünü harekete geçirdi; FETÖ’nün asker kıyafeti giymiş teröristlerinin kanlı kalkışması neticesinde tarihimizin en zor zamanlarını yaşadık. Bugün aradan geçen 8 yıla yakın bir zamanda bile bu teröristlerin tam anlamıyla temizlenmediğini izleyebiliyoruz. Devletin kendini savunma refleksi ile hareket etmesi neticesinde bastırılan bu darbe girişimine destek veren kimi isimlerin ortalıkta gezmesi ya da yargılanıp kısa sürede dışarı çıkmaları vicdanları yaralıyor.

Özellikle ‘parası olanların dışarı çıktığı’ algısı bütün tartışmaların üzerinde…Yüzlerce şehidimizin ve binlerce gazimizin kan dökerek karşı koyduğu bu işgali meşru görmek, göstermek ve aklamak niyetinde olanların varlığına şahidiz. Sivil ya da asker, kim olursa olsun bir takım insanların terör örgütlerini savunması hiçbir demokratik ülkede görülebilecek bir durum değildir. Avrupa Birliği ülkelerinde ve Amerika’da teröre yancılık yapan, dolaylı ya da dolaysız destek veren kişi ya da kurumların yaşamasına asla imkân verilmezken, bizim ülkemizde FETÖ ve PKK terörünü kutsayan kişilerin ve partilerin propagandalarına izin verilmesi, bağışlanmayacak bir kusurdur.

Devletin kasasından milyonlarca lira aktarılan HDP’nin terör örgütü PKK ile açık ve aleni işbirliği ortadayken ve FETÖ terör örgütüne hala toz kondurmayarak, 15 Temmuz alçaklığına ‘Kontrollü Darbe’ nitelemesi yapan bir takım aklı evveller varken, yapılan mücadeleyi bir kez daha gözden geçirmekte fayda var. Olağanüstü zamanlardan geçilirken, olağanüstü tedbirlerin alınması zaruri ise ilk yapılacak iş, HDP’nin ve uzantısı Yeşil Sol’un kapatılması olacaktır. HDP ile uzantısı Yeşil Sol’un siyasi faaliyetlerine derhal son verilmesi ve maddi kaynaklarının Türk Hazinesine devri sağlanmalıdır ki ancak o zaman, yapılan mücadelenin bir anlamı olsun.

Terörle mücadelenin bu ilk adımı atıldıktan sonra FETÖ ile bağı olan her kişi ve kurumun tespiti, yargılanmalarının sağlanması ve tabandan tavana siyasi bağlarının belirlenerek, daha kuvvetli bir şekilde temizliğinin yapılması gerekiyor. Tam da bu noktada Abdurrahman Dilipak’ın, “Aslında FETÖ’nün incelenmesinde örgütün gaye ve yöntemlerinin, destek ve uzantılarının iyi araştırılması gerek. Kadrolaşma, insan kazanma ve kamuda örgütlenme stratejisi, gizlenme metotları, taktikleri, iç ve dış istihbarat kuruluşları ile ilişkileri, mali yapıları, ekonomik, sosyal, siyasal yapıları, öncelikleri, hiyerarşik yapıları gibi konularda bilgilendirici notlar ve (…) bilgi notları hazırlanması gerekirdi.” ifadeleri, uyarı niteliği taşıyor.

Anlaşılan o ki FETÖ ile mücadelede neredeyse hala yolun başlarındayız. Buzdağının görünen kısmını temizlemek yetmiyor. İşi sıkı tutmak ve bu mücadeleden alnımızın akıyla çıkmak gibi bir mecburiyetimiz var.

Yapılması gerekenleri savsaklayarak yapmayanlar varsa, ki var, ilk başta onlardan başlayarak yeni ve kapsamlı bir arınma için kolları sıvamak gerekiyor.