Yabancı bir kumaş taciri Osmanlı’da bir kumaş imalathanesinin mallarını beğenip hepsini almak ister. Mal sahibinin kumaşları ayarlarken bir top kumaşı ayırdığını görür. Yabancı tacir bu hareketin sebebini sorunca, “Onu sana veremem, kusurludur.” yanıtını alır. Yabancı tacir “Ziyanı yok, önemli değil.” dese de Osmanlı esnafı o kumaş topunu vermemekte direnir ve şöyle der:

 

“Benim malımın kusurlu olduğunu siz biliyorsunuz. Ama onu kendi memleketinizde satarken alıcılarınız benim bunu size söylediğimi bilmeyecekler ve ben onlara kusurlu mal satmış olacağım. Burada Osmanlı'nın gururu, şeref ve haysiyeti rencide olacak, bizi de hilekâr zannedecekler. Bu yüzden bu kusurlu topu size veremem.”

 

Daha da ötesi var…

 

Ayakkabıcı esnafının yaptığı ayakkabılar sürekli kötü çıkarsa buna gelecek şikâyetlere “Ahi Teşkilatı” el koyardı. Ahi lideri bu esnafın o kötü “pabucunu dama atar” ya da dükkânına astırırdı. Böylece kötü ayakkabısı teşhir edilen kişi, aynı şeye devam ederse orada iş yapamaz hale gelirdi. “Pabucu dama atılmak” deyiminin geldiği yer, buradaki ahlak anlayışıdır.

 

Hep esnaf olmanın ahlaki boyutundan bahsediyoruz. Gıpta ile baktığımız evvelimizin bugünümüze ışık tutması gerekir. Tatlı dil ve güler yüzün egemen olduğu bir toplum anlayışının esnaftaki yansıması daha farklıdır. Hangi esnafın yüzü gülüyorsa müşteri ona gider. Sıcak ilgi ve samimiyet dürüstlükle taçlandığında esnaf bunun ekmeğini yer.

 

21. yüzyılın kaotik ortamında kaybolan değerlerimizin başında gelen “komşuluk”, esnaf boyutuyla da önem arz ediyor.

 

Bildiğiniz hikâyedir, ama hatırlamakta fayda var:

 

Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’u fethetmeden önce bir sabah tebdil-i kıyafet ederek, Edirne’de çarşıya çıkar. Alışveriş yapmaya başlayan Fatih, birinci dükkândan bir şeyler ister. Dükkân sahibi ilk istediğini verir, ancak ikincisini vermez. Fatih Sultan Mehmet, istediği şeyi olmasına rağmen vermeyen dükkân sahibine, neden vermediğini sorar. Adam, "Ben sana sattığımla sabah siftahımı yapmış oldum, diğer istediğini de karşıdaki dükkândan al. O henüz siftah etmedi" diye cevap verir.

 

Duyduklarından memnun kalan Fatih, diğer dükkâna gider, biraz mal alır. İkincisini istediğinde, o da önceki dükkân sahibi gibi vermeyip henüz siftah yapmamış olan komşusuna gönderir. Fatih bu şekilde bütün çarşıyı dolaşır… Hepsinde aynı şeyle karşılaşır. Sonunda aldığı erzakları öğrencilere gönderip sarayına gider, Allah’a şükür secdesine kapanır. Allah'a "Ya Rabbi sana hamdolsun… Bana böyle birbirini düşünen millet ihsan ettin. Ben bu milletimle değil Bizans’ı, dünyayı bile fethederim!" der ve İstanbul’un fetih planlarını hazırlamaya başlar…

 

Yaşadığımız çağa tanıklık ederken mazide kalan bazı hasletlere olan özlem, her geçen gün artarak sürüyor. Trafiğinden ekonomisine, çevre koşullarından küresel salgınlara varana kadar her şey insan psikolojisinin altını üstüne getirirken, belirttiğimiz özlemin boyutlarını hangi cümlelerle tam olarak anlatacağımızı bilemiyorum.

 

Aileden başlayan ahlak ve edep öğretisinin okullarda belli bir program ve disiplinle topluma kanalize edilmesi beklenirken, tanık olduğumuz olumsuzlukları nereye koyacağız, bunu tartışmamız gerekir. Esnaflığın esası olarak bellediğimiz ahlak kurallarını toplumun tamamına entegre edemediğimiz sürece, ne esnafları ne de insanımızın tamamını kurtarabiliriz. O yüzden çare “özümüze dönmekten” geçiyor.

 

Öze döneceğiz, söze güveneceğiz.

Başka çaremiz yok çünkü.