Kemal Tahir'in "Kurt Kanunu", "Yol Ayrımı" ve "Yorgun Savaşçı" gibi romanlarının ana fikirlerinden biri de, Osmanlı İmparatorluğu'nun 1. Dünya Savaşı'na can çekişerek girdiği sırada bile hâlâ 4 milyon kilometrekarelik muhteşem bir ülke olduğudur. Kemal Tahir'e göre, "1922'den sonra 780 bin kilometrekarelik bir alana sıkışan yöneticilere ülke dar gelmiş, bu yüzden uzun süre bocalamışlardır." Sözü edilen "bocalama" özellikle dış borçların yüzünden yaşanmıştır.

 

Kemal Tahir bu tespitlerinde haksız da değildir aslında. 19. yüzyıldan itibaren "Türkiye'nin batılılaşması gerektiği görüşü" çeşitli bölümlere ayrılır. "Batılılaşma; nasıl, ne ölçüde ve hangi yoldan" sorularının cevabını bazıları, "liberal ekonomi ve dış borçlanma ile kalkınma" şeklinde yanıtlamışlardır. İşte, dış borçlanma ile kalkınma modelini esas alan politikalar neticesinde Kapitülasyonlar ve 1838 Serbest Ticaret Anlaşması'nın getirdikleri, toplumu çıkmaza sokmuştur. 1920'lerden itibaren yürütülen milli politikalar neticesinde ise 1938'e kadar olumlu sonuçlar alınmıştır.1920 ile 1923 arasında savaş yorgunu ülkemiz, bütçe tahminleri yapamamıştı. Ama 1924 ile 1938 yılları arasında 15 mali yıl bütçesinden 11'i "denk bütçe" olarak gerçekleşmişti. Sonuç itibariyle, genç Cumhuriyetin ekonomiyle verdiği sınav, 1938'e kadar başarılı bir şekilde sürdürülmüştür.

 

Mustafa Kemal Paşa'nın ekonomi politikasının en büyük başarısı Türk lirasının iç ve dış değerini korumak alanında gerçekleşmiştir. 1920 ile 1938 yılları arasında ülkenin bütün ihtiyaçları karşısında enflasyonsuz hızlı kalkınmayı gerçekleştirmek, kuşkusuz büyük bir başarıdır. Mustafa Kemal Paşa'nın hayatın her alanında esas aldığı "yerli ve milli" politikaların sonucu, ekonomi de o günün koşullarında hatırı sayılır iyileşmelerle oldukça iyi yerlere gelmiştir.

 

10 Kasım 1938'den sonra ise milli sanayi kurulmasından vazgeçilmiştir. Türk lirasının değeri düşürülmüş, dış yardımlar ve borçlar alınmaya başlanmıştır. Ülkemiz savaş dönemlerinde bile asla terk etmediği antiemperyalist, bağımsız çizgisini ve denge politikalarını terk etmiştir. Türkiye, 10 Kasım 1938'den sonra Atatürk'ün resimlerinin bile unutturulmaya başlandığı bir sürece girerken, diğer yandan O'nun uyguladığı ekonomik ve sosyal politikaları bırakmış, 1946'dan itibaren de ABD ile ilişkilerini "bağımlılık" halinde sürdürmeye başlamıştır.

 

Yazının ana fikrinin ekonomi olmasına karşın sözün geldiği bu noktada konuyla ilgisinin bulunduğuna inandığım bir tespiti de buraya almak istiyorum: 1926 ile 1973 yılları arasında ülkemiz genelinde 134 Atatürk büstü yapılmıştır. 1938 ile 1950 arasında ise yapılan Atatürk anıtı sayısı 6 (Altı)'dır. (Kaynak: Gültekin Elibol, Atatürk ve Resim Heykel, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1973) Mustafa Kemal'in resimlerinin devlet kurumlarından ve paralardan sökülüp atıldığı dönemin, ekonomi politikalarının da milli olmaktan çıkıp, teslimiyetçi bir anlayışla terk edildiği döneme denk gelmesi, asla tesadüf değildir.

 

Dünya Bankası ve IMF'ye 1947 yılında üye olan Türkiye'de esasında, 11 Kasım 1938'den itibaren "Karşı Devrim" süreci başlatılmıştır. Laiklik hassasiyeti bulunan toplum kesimlerince sıkça dillendirilen "Karşı Devrim" sürecinin, Demokrat Parti'nin iktidara geldiği 1950'de değil, esasında 11 Kasım 1938'de başlamış olduğu, açık ve net bir realitedir. Mustafa Kemal Atatürk döneminde Türkiye'de üretilen hiçbir ürünün dış alımla (ithalat ile) alınması yasakken, yıllar içinde geldiğimiz noktada kendi tütünümüzü ve şeker pancarımızı bile kullanmayıp ithal ürünlerle haşır neşir olmamız akıl kârı değildir. Öylesine kusursuz bir karşı devrim süreci işletilmiştir ki; Türkiye'nin etrafı nükleer, biyolojik ve kimyasal silah deposu haline gelmişken, NATO içinde ülkemiz ölçeğindeki askeri güce sahip olan her devlet açık ya da gizli nükleer güç sahibiyken, İsrail'in elinde 500 nükleer başlıklı füze varken Türkiye, yıllardır "nükleer santral yapalım mı yapmayalım mı" diye tartışır haldedir.

 

Sonuçta, ekonomi ve siyaset birbirini tamamlayan iki önemli faktör olarak 1938'den itibaren ülkemizde tamamen emperyalistlerin ekmeğine yağ sürecek icraatlarla sürdürülmüş, Türkiye yitirdiği milli politikaların neticesinde bugün yaşadığı sıkıntıları gelecek kuşaklara da aktaracak konuma gelmiştir. Mustafa Kemal Atatürk'ü dilinden düşürmeyen kesimlerin 1938'den sonraki süreci doğru tahlil etmeden yeni politikalar üretmeleri mümkün değilken, liberal programların esareti altında siyaset yapmaları da ayrı bir trajedidir.

 

Ana Muhalefet partisinin bugün yaşadığı “kimlik bunalımı”, bu siyasi duruşun neticesidir. Ülkedeki muhalefet boşluğunun bir yansıması olarak sıklıkla ele aldığımız CHP’de Bülent Ecevit'in "Toprak işleyenin, su kullananın" sloganıyla hayat vermeye çalıştığı, Başbakanlık yaptığı dönemlerde de imkânlar ölçüsünde bu anlayışta halkçı politikalar üretmekte başarılı olduğu “milli duruşu” yeniden egemen kılmak, en önemli hedef olmalıdır.