25 Temmuz 2016’da hayatını kaybeden dünyaca ünlü tarihçimiz Halil İnalcık “Atatürk ve Demokratik Türkiye” adlı kitabında, “Abartmasız görünen gerçek şudur ki, Türk milleti birbirini anlamayan, anlamak istemeyen, zihniyeti, değer sistemi, yaşam tarzı, dili, giyim-kuşamı, selamlaşması bile farklı iki toplum haline gelmiştir. Tehlikeli olan şey, bu iki toplumun birbirini anlamak istememesi ve siyasi iktidarı ele geçirip ötekini baskı altına almaya çalışmasıdır.” tespitini yapar.

Birbirini anlamayan ya da anlamak istemeyen insanların oluşturduğu bir toplum yapısının, yaşam tarzları üzerinden ayrıştığını görmemiz elbette mümkün. Bugün bu ülkede varsıllık ile yoksulluğun derin açmazında birbirine hasım gözüyle bakan milyonlarca insan var. Yeni dünya düzeninin bizi de etkilediği bir gerçeklik bu. Ama Türk toplum yapısının yüzyıllardır yaşayan değerleriyle çelişen ve olmaması gereken bir realite aynı zamanda. Halil İnalcık’ın tespitindeki rasyonellik de bunu işaret ediyor işte.

Evet, “Birbirini anlamayan, anlamak istemeyen, zihniyeti, değer sistemi, yaşam tarzı, dili, giyim-kuşamı, selamlaşması bile farklı iki toplumun” çağdaş dünyanın bir dayatması olarak ortaya çıktığını kabullenebiliriz. Ancak İnalcık’ın da ifade ettiği gibi; “Tehlikeli olan şey, bu iki toplumun birbirini anlamak istememesi ve siyasi iktidarı ele geçirip ötekini baskı altına almaya çalışmasıdır.” Esas üzerinde durulması ve mutlaka önüne geçilmesi gereken, tehdit arz eden durum budur. Çözümü de yine toplum olarak biz bulmak zorundayız.

Türkiye’nin özgür ve bağımsız bir ülke olarak güçlenmesini istemeyen birtakım çevrelerin dönem dönem ortaya koydukları karanlık senaryolar toplumun farklı kesimlerinin arasını açmayı hedefliyordu. Cumhuriyet tarihi boyunca gerek iç karışıklık çıkartarak gerekse de darbelerle önünün kesilmesi amaçlanan demokrasi yolculuğumuz, yine milletin derin feraseti ve güçlü tarihsel deneyimleriyle kararlılıkla sürdürüldü. Demokratik kazanımları darbelerle yok sayılmak istenen Türk Halkı, iradesine konulmak istenen ipotekleri ayaklarının altına aldı, demokrasisine sahip çıktı.

Bugüne kadar yaşam tarzları üzerinden ayrışmaların yaşatılmak istenmesine tanık olduk. Dini ve kültürel değerlerin bir çatışma vesilesi yapılmak istenmesi gayretlerini gördük. Yıllarca başörtüsü yasağını “dini bir simge olarak değil, siyasi bir simge gibi kullanıyorlar” şeklindeki abuk sabuk bir gerekçe ile bu topluma yaşattılar, insanları inançları üzerinden mağdur ettiler. Öte yandan laik-anti laik çatışmasının fitilini ateşlediler; ülkenin değişik bölgelerini birileri kendileri için “yeni yaşam alanı” ilan ettiler.

Oysa Ardahan ne kadar Türkiye’nin bin yıllık değerlerini taşıyorsa, İzmir’de en az o kadar taşıyordu. Bizi biz yapan değerler, ortak mirasımız olan kültürümüz, inancımız ve tüm bunların yansıması olan bin yıllık birikimimiz, bu ülke topraklarının her bir santimetrekaresinde canlı yaşayan hazinelerimizdi. Öyle de kalacak olan bu gerçeklikti. Bunu hazmedemeyen emperyalizmin tarihsel emellerinin yerli işbirlikçileri elbette boş durmayacaktı, ama elleri de hep boş kalacaktı.

Bir kısırdöngü gibi yaşadığımız bu gerçeklikler karşısında emperyalizmin son hamlelerini de boşa çıkararak yoluna devam eden bir Türkiye var dünyanın karşısında. Halil İnalcık’ın ayrıştığını tespit ettiği toplum kesimlerinin “birbirini anlamak istememesi ve siyasi iktidarı ele geçirip ötekini baskı altına almaya çalışmasını” tehlike olarak gördüğü yerde, işte bu tarihsel deneyimlerimizin verdiği iyimserlik kaplıyor ruhumuzu. Her ne kadar ayrışsak da yaşam tarzları üzerinden birbirine öfke duyan bir toplum olsak da özde taşıdığımız cevher yolumuzu aydınlatmaya, bizi o tehlikelerden korumaya devam ediyor.

Ta 1961 yılında, bu ülkeye Başbakanlık yapmış bir liderin, Mustafa Bülent Ecevit’in şu sözleri bile hem bugünümüzün hem de yarınlarımızın önünü açacak ifadeler değil midir: “Birbirimizi beğensek de beğenmesek de hepimiz bir yurdun, bir ulusun insanlarıyız. Ne iktidarda daha üstün ne muhalefette daha aşağıyız... Partilerimiz ayrı olsa da devletimiz bir, kaderimiz birdir. Çok partili siyasal düzende de beraber yaşamaya, ayrı partilerden de olsak birbirimizi sevmeye, ayrı düşünsek de yine birbirimizi düşünmeye alışmalıyız.”

Rahmetli Halil İnalcık’ın “selamlaşması bile farklı” dediği iki toplum yapısını; temelini Edebali’lerin, Yunus Emre’lerin, Mevlana’ların attığı hoşgörü, kardeşlik ve tevazu ikliminin özündeki cevher kurtarıp birleştirecek, bu toplumun genleriyle ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, özdeki cevheri yok etmeye kimsenin gücü yetmeyecek.

Durumumuzun özü-özeti budur.

(Hüseyin Alpay’ın bu köşe yazısı ilk olarak 8 Aralık 2018’de yayımlanmıştır.)