Falih Rıfkı Atay meşhur “Çankaya” kitabında şunu da yazmıştı:

“Meclis kürsüsünde üç beyaz parolası revaç bulmuştu: Ekmeğimizi kendi unumuzdan yoğurmak, şekerimizi kendi pancarımızdan almak, bezimizi kendi pamuğumuzdan dokumak… 1923 kafası ve iradesi imkânsızlığa meydan okumuştur.”

1923’ün kurucu iradesi böyleydi. Herkes hemen her konuda “samimi” ve kararlıydı. Kim neyi savunuyorsa içten davranıyor, eleştirecekse kişilikli muhalefet yapıyor, seviyor ve inanıyorsa “gerçek ve samimi” davranıyordu.

Cumhuriyet iradesi 10 Kasım 1938’e kadar içeride ürettiği ne varsa onu asla dışarıdan satın almıyordu. Böyle bir kararlı duruşu vardı yönetimin. Neyi üretebiliyorsak, onu tüketecektik. Müsriflik, sonradan görme köylülük ve kabalık yoktu. Ama ne olduysa 10 Kasım 1938’den sonra oldu. İlk Amerikan yardımını İnönü hükümeti aldı. Atatürk’ün yurtdışına sürdüğü ne kadar adam varsa hepsi ülkeye çağrıldı ve etkili yerlerde görevlendirildi.

Neyse…

Bu konu apayrı bir konu. Şimdi geçtiğimiz Pazar günü Milliyet’te Özay Şendir’in yazısını sizinle paylaşmam gerekiyor. Şendir yazısında “Çakma Atatürkçüler” konusunu ele almış. Ve bakın neler demiş:

“Arabanın arkasına Mustafa Kemal Atatürk imzalı çıkartma yapıştırmak yetmiyor Cumhuriyet’i yüceltmeye. O çıkartma, başkalarının hakkını yememe, ters yola girmeme, sinyal verme gibi sorumluluklar yüklüyor insana. ‘Muasır medeniyetler’ seviyesine, ithal ve kocaman armalı, fiyatı çok sıfırlı lüks ürünler kullanarak ulaşamaz insan. Tıpkı, her cümleye İngilizce bir kelime sıkıştırıp, tıpkı meşhur kahve mağazasından çıkmayarak çağdaş olunamayacağı gibi.

Halk oyunlarını köylü bulup, valsi alkışlamak, türkülere burun kıvırıp arya severmiş gibi yapmak da Batılı kılmıyor insanı. Bir de içerisinden çıktığın halkı beğenmemek, küçümsemek var ki bu en büyük ayıbımız. Oysa en lüks olanından en sıradan olanına kadar erik dalıyla bitiyor bu ülkede tüm düğünler... 

Mustafa Kemal Atatürk’ü anma yarışında ‘en birinci’ hepimiz oluyoruz da iş anlamaya gelince değişiyor tüm tablo. Herkesin kafasında bir başka Atatürk var, o yüzden ‘Yaşasaydı...’ diye başlayan cümlelerimiz farklı fiillerle bitiyor. Atatürk’ün sevdiği şarkıları, bilmek mi önemli yoksa Sivas Kongresi’nde, Ankara’da, onu saf dışı bırakmaya çalışan ‘yanındakiler’ üzerine fikir sahibi olmak mı? Atatürk’ün sevdiği yemekleri bilmek mi değerli, yoksa 2. Dünya Savaşı’nın geleceğini önceden görüp subay okullarında kapasiteyi iki katına çıkaran liderin vizyonunu anlamak mı? İmzalı çıkartmalar, dövmeler ya da rakı ile beyaz leblebi tercihi işin kolayına kaçmak sanki biraz. Tam bağımsızlık ne demek bilen, kuşakları sadece iyi öğrenim değil iyi eğitim de almış, vergi kaçırmayı ‘başarı’, zarafeti ‘zayıflık’ zannetmeyen kuşaklara ihtiyacı var Cumhuriyet’in.

Sosyal medyada en az bilinen Atatürk fotoğrafını en bildik Nazım Hikmet mısrasıyla paylaşmak da bizi Atatürkçü yapmaya yetmiyor. İlk yüzyılda başardıklarımızla övünmek kadar başaramadıklarımız üzerine de düşünmemiz gerekir. Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği hedefe sadece övünerek ulaşamayız çünkü...”

Özay Şendir böyle yazmasına yazmış da gelin görün ki bizim çakma Atatürkçülere bunları anlatamazsınız. Onlar ki sizi beğenmezler, onların nesebinden olmadığınız için size “devşirme” derler, solculuğunuzu benimsemezler, vesaire vesaire… Hâlbuki okuduğunuz kitapların zekâtını verseniz yeter onlara. Üslubunuzu, efendiliğinizi, kültürünüzü, yaptığınız işi kıskanırlar da bunu da açıktan söyleyemez, ancak arkadan konuşarak dedikodunuzu yaparlar.

E ne yapalım, ne diyelim yani şimdi?..

- Hadi oradan!

(Yazarımız Hüseyin Alpay’ın bu köşe yazısı ilk olarak 3 Kasım 2023’te yayımlanmıştır.)