Tenekelerle gelirdi bembeyaz tülbentlerin içerisindeki peynirler. Tahta selelere itina ile çıkarılır, en az 1 saat süzülmesi için beklenirdi… Alan en az 1 batman (8 kilogram) alırdı. Kışlık ne kadar ihtiyacı varsa insanların, 2 -3 - 4 ve hatta 5 - 6 batmana kadar çıkardı satılan peynirler. Koyun peynirleri yaylalardan gelirdi. Beyaz tülbentlerdeki emek, peynirin lezzetine katılırdı. Tadına doyum olmayan o peynirlerden geriye kutularda satılan market peynirleri kaldı. Bakraç kaplardaki yoğurtlar gibi, peynirlerimizi de kaybettik.

 

Pidenin susamındaki kokunun dağıldığı sokaklarda kaldı her şey. Yoğurt, peynir, madımak, dut, pekmez, toprak kokan salatalık, biber, domates… O sokaklarda kayboldu gitti. Sabahın erken saatlerindeki telaş, öğlen muhabbetleri, akşama kalan alışveriş, insan, emek, kardeşlik ve daha nicesi… Kaybolan ve bir daha asla gelmeyecek olanlardır bu anlattıklarım. Siyah beyaz televizyonun sonrasında renkli televizyonu beklemenin, video filmleri kiralamanın keyifli zamanlarını bir daha yaşayamayacağız elbette. Ama o günlerdeki insanlar arasındaki dayanışma, sevgi ve kardeşlik duygularını da mı yaşayamayacağız bir daha?

 

Misal Sulusokak… Oradaki kültürün bir daha geri gelmeyecek şekilde gitmesine mi yanalım, yoksa tarihi eserleri ortaya çıkaracağız diye yıktığımız ve yerine yenilerini koyamadığımız evlere ve işyerlerine mi üzülelim?.. Sulusokak'ta tarihi binaların çevrelerini açmak adına yapılan restorasyon çalışmalarının sonunda yıkılan işyerleri, o görkemli, şen şakrak semtin de sonunu getirdi. Adeta "kaş yapayım derken göz çıkartmak" deyiminin gerçekleştiği Sulusokak'ta, sokaklar viraneye döndü. Terk edilmiş bir semt görüntüsü ile bütün özelliğini yitirdi, yok oldu gitti.

 

Zamanında şehrin ticaret merkezi olan Sulusokak, turizm ölçekli çalışmaların yanlış yönlendirilmeleriyle viraneye döndü. Yıkılan işyerlerinin yerine yenileri yapılmadı. Haliyle küçük esnafın canlandırdığı o tarihsel mekân, bütün neşesini kaybetti, adeta tarihin dehlizlerinde kayboldu gitti. Eğer zamanında yapılan restorasyon çalışmaları için yıkılan işyerlerinin yerine yenileri yapılsaydı, bugün bu atıl, işlevsiz ve harabe görüntü olmayacaktı orada.

 

Ali Paşa Camii'nin önünden Mahkeme Önü dediğimiz sokaktan yukarıya çıktığımızda, Ulu Cami, az ilerisinde Takkeciler Camisi ve cami önünden yukarıya doğru, sıralı tespih tanesi gibi dizilen sıra sıra dükkânlar vardı. Mahkeme Önü'nden başlayıp Takkeciler Camisi'ne, oradan da Alaca mescit ve Kadı Hasan Camilerine kadar inci gibi dizilen işyerlerindeki kalabalık, filmlere konu edilecek kadar neşeli, bereketli ve huzurlu günlerin de simgesiydi adeta.

 

Tokat'ın yaşayan tarihinin adıydı Sulusokak ve Kışla Mahallesi. Ama ne yazık ki oraya sahip çıkamadık. Turizm adına işyerlerini yıkmak ve yerlerine yenilerini yapmamak, sanırım bize özgü hazin bir durum. Çocukluğumuzun izlerini sürdüğümüz o sokakların, o naftalin kokulu dükkânların ve kalender insanların özlemiyle doluyuz şimdi hepimiz. Babamın bakkal dükkânında öğrendiğim komşuluk, arkadaşlık ve insana dair güzel hasletler, şimdilerde sürekli görmeyi istediğimiz bir rüya gibi...

 

İstanbul'un tarihi kimi semtlerini koruma altına aldıkları gibi koruyamadık semtimizi. İstanbul Çengelköy'e gösterilen hassasiyeti göstermedik garip Sulusokağımıza. Yıkılan dükkânlarımızın yerine yenisini yapmadılar. Evet çokça restorasyon yaptılar, çokça tarihi binayı elden geçirip güzelleştirdiler. Kocaman alanlar açıldı, tarihi devasa binalar ortaya çıktı, ama Sulusokak da öldü…

 

Sulusokaklı rahmeti rahmana kavuşan esnafların; Bakkal Tahsin, Kürt Kamil, Hüseyin Yavuz, Nuri Genç, Kürt Dursun, Nadir Yıldız ve isimlerini şu an için aklıma getiremediğim güzel insanların vefakâr semtinin, eski günlerine bir gün yeniden kavuşmasını dilerken, tarihi eserlerimizi ortaya çıkarıyoruz diye, tarihi semtlerimizi tarihe gömmek alışkanlığımızdan, bir an evvel kurtulmamızı umuyorum.

 

Geri gelmesi mümkün olmayanlar arasındadır Sulusokak da. Geri gelmeyecek belki ama bıraktığı izler de hiç silinmeyecek belleklerde.