Medine’de sokaklara musallat olmuş üç kafadar hırsız varmış... Kimse kapının önüne bir şey bırakamaz olmuş. Dahası, açık kapı gördüklerinde dalıp gözüne kestirdiklerini aşırıyorlarmış. Birinin kuzusu, ötekinin tavuğu, diğerinin devesi... Kaşla göz arasında yok olurmuş. Herkes üç kafadarın hırsız olduğunu biliyor, fakat bir türlü ispat edemiyorlarmış. Tüm ahali üç hırsızdan illallah etmiş, ancak hırsızlar yemin billah edip, birbirlerini şahit gösterip, her defasında aklanıyorlarmış! Bu arsız, yüzsüz, utanmaz kafadarların namı her tarafı kaplamış. Sonunda bir heyet toplanıp, baş edemedikleri hırsızları Peygamber Hazreti Muhammed'e şikâyet etmeye karar vermişler.

Gidip durumu anlatmışlar. Hz. Muhammed heyeti dinlemiş. Sonra, şikâyetçi olunan üç kafadar hırsız huzura çağırılmış... Aziz Peygamber hal hatır sorduktan sonra, Medine’de kendilerinden şikâyetçi olmayan tek hanenin kalmadığını, herkesin kendilerinden yaka silktiğini, kimsenin malını güvende hissetmediğini, tüm bu çalma çırpma işlerini neden yaptıklarını, bunun suç olduğunu, günah olduğunu anlatmış. Hırsızlar sırsıyla söz almışlar. Dilleri pabuç gibi. Yalanda üzerlerine yok. Yemin billah etmişler.

Peygamber, hırsızların bu işten vazgeçmeyeceklerini, hiçbir gücün onları hırsızlık yapmaktan alıkoyamayacağı kanaatine varmış ve hırsızlara bir öneride bulunmuş: ‘Yalan söylemeyin’ demiş. Hırsızlık üzerine söz söyleyip, onları ikna etmenin imkânsızlığıyla uğraşmaktansa, onları yalan söylememeye ikna etmenin daha kestirme bir yol alacağını düşünmüş ve ‘yalan söylemeyin’ deyip, onların yanıtını beklemiş. Söz vermiş hırsızlar. Ve mesleklerine devam edebilecekleri hesabıyla Peygamberin yanından ayrılmışlar...

Ertesi gün komşulardan biri Peygambere üç kafadarı hırsızlıktan şikâyete gelmiş. Aziz Peygamber üç arkadaşı yeniden çağırtmış, huzura gelmişler. Bir kez daha yalan üzerine konuşmuş, yaptıkları anlaşmayı hatırlatmış ve yalan söylemeden durumu izah etmelerini istemiş. Üç kafadar sırasıyla çözülmüş... Konuştukça, nasıl çaldıklarını, neden çaldıklarını ve nasıl pay edip yediklerini anlatmışlar. Ancak bu günden sonra yalan söylemeden hırsızlık yapılamayacağını anlamışlar ve böylece, hırsızlık yapmaktan da vazgeçmişler.

            Bu hikâyeyi daha önceki bir köşe yazımda yine anlatmış ve “ Sözün özü: Yalan söyleyen her şeyi yapar. Yalan tüm kötülüklerin kaynağıdır. Yalan söylemeyin… Sonra iftira da atmayın. Çünkü bugün yalancıları ve iftiracıları yola getirecek, onlara tahammül edecek ne bir Peygamber, ne de O Peygambere ait bir sabır yok” demiştim.

            Yaşadığımız yerel seçim sürecinde sahte-sanal hesaplardan haysiyet cellatlığı yapanların “bir merkezden yönetildiklerini” öğrendikçe yine hatırlatmak istedim bu hikâyeyi. Tokat, haysiyet cellatlığı yapılmasının ağır hüznünü yaşarken, bu olayların arkasındaki isimlerin utanıp sıkılmadan hâlâ sokaklarda siyasi çalışma yapmalarını aklımız almıyor. FETÖ kumpaslarının Tokat’taki tescilli “sosyal medya uzmanı” tarafından yönetilen sahte hesaplardan yapılan ahlaksızlıklara hukuktan önce “dur” diyecek vicdan(lar) olmalı. Ve bunlara tenezzül etmeyi kendine ar sayacak siyasetçilerin sayısının da çok ama çok olması gerekiyor.

            İngiliz siyasetçi John Morley “Politika ile ahlakı ayrı tutanlar ikisini de anlamamış demektir” der. Dolayısıyla ahlakı politikadan ayırmayan siyasetçilere her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. Bu ihtiyaç tüm zamanların üzerinde bir ihtiyaç ve eksikliği her geçen gün hepimizi derinden incitiyor. Öte yandan bir zamanlar yere göğe sığdıramadıklarını şimdi iftira ve şantajlara maruz bırakanlara efsane Fransız komutan Napolyon Bonapart, “Nasıl dalkavukluk edeceğini bilen kişi nasıl iftira edeceğini de bilir” tespitini yapar.

            Biz de en yalın Türkçe ile söyleyelim:

Yalandan ve iftiradan beslenen siyasetiniz batsın!

PATENLERLE KAYAN ayaklarınıza dolansın yaptığınız her ahlaksızlık!