Türkiye’de son yıllarda ruh sağlığı alanında sessiz ama derinleşen bir krizle karşı karşıyayız: toplumsal kutuplaşmanın beslediği yalnızlık. Bu yalnızlık, kalabalıklar içinde hissedilen; aile, arkadaş ve aynı şehirde yaşanan insanlara rağmen derinleşen bir yalnızlık türü.

Kutuplaşma yalnızca siyasal ya da ideolojik bir mesele değildir. Aynı zamanda psikolojik bir iklim yaratır. Bu iklimde birey, düşüncelerini açıkça ifade etmekten kaçınır, yanlış anlaşılma korkusuyla duygularını bastırır ve zamanla geri çekilir. Klinik pratiğimde en sık duyduğum cümlelerden biri şudur:
“Konuşsam kavga çıkacak, susmak daha kolay.”

Susmak başlangıçta bir savunma mekanizmasıdır. Ancak uzun vadede bu sessizlik, bireyi sosyal bağlardan koparır. İnsan sosyal bir varlıktır; düzenli ve güvenli temas kuramadığında ruhsal denge zarar görür. Bu noktada yalnızlık artık bir tercih değil, zorunluluk haline gelir.

Toplumsal kutuplaşma, “biz ve onlar” ayrımını keskinleştirir. Bu ayrım derinleştikçe empati azalır, karşıt görüşler tehdit olarak algılanır. Bunun psikolojik sonucu ise sürekli tetikte olma halidir. Beyin tehdit algısıyla çalıştıkça kaygı artar, güven azalır ve birey iç dünyasına çekilir.

Özellikle gençlerde bu durum daha ağır yaşanmaktadır. Kimlik gelişiminin en hassas olduğu dönemde, kabul görme ihtiyacı yerini kendini saklama davranışına bırakıyor. Gençler “kendim gibi olursam dışlanırım” düşüncesiyle ya maskeler takıyor ya da tamamen yalnızlaşmayı seçiyor.

Yalnızlık burada sadece “tek başına kalmak” değildir. Anlaşılamama hissi, kişinin kendisiyle ve toplumla bağını zayıflatır. Bu durum depresyon, anksiyete ve değersizlik duygularını besler. Daha da tehlikelisi, bu duyguların zamanla normalleşmesidir. İnsanlar iyi hissetmemeyi, yabancılaşmayı hayatın doğal bir parçası sanmaya başlar.

Peki çözüm ne?
Öncelikle şunu kabul etmemiz gerekiyor: Ruh sağlığı bireysel değil, toplumsal bir meseledir. Kutuplaşmayı azaltacak her dil, ruh sağlığını doğrudan iyileştirir. İnsanların kendini ifade ederken güvende hissettiği ortamlar oluşturulmadıkça, bireysel terapiler tek başına yeterli olmayacaktır.

Bireysel düzeyde ise en önemli adım, bağ kurmaktan vazgeçmemek. Herkesle değil ama “en az bir kişiyle” gerçek ve dürüst temas kurabilmek, ruhsal dayanıklılık için hayati önemdedir. Ayrıca yalnızlıkla baş etmek değil, yalnızlığın nedenlerini anlamak gerekir.

Son olarak şunu söylemek isterim:
Yalnızlık kader değildir. Ancak görmezden gelindikçe derinleşir. Toplumsal olarak yeniden konuşmayı, dinlemeyi ve anlamayı öğrenmediğimiz sürece bu sessiz ruhsal kriz büyümeye devam edecektir.

Uzman Klinik Psikolog Doğukan DEMİREL