Yıldız Dağı

Sen çok yücesin, erişilmez başına

Bahar gelir, bülbüller sana aşina

Hasret kaldım toprağına taşına

Selam sana, sensiz geçen o yıllara.

 

Ezeli ebeddir, hiç sorulmaz yaşın

Çok mağrursun eğilmez dumanlı başın,

Her faniye güven verir çatık kaşın

Selam sana,  sensiz geçen o yıllara

 

Bin bir çiçek açar sıcacık bağrında

Nice canların yaşar her bir yanında

Nice sırların saklıdır hatıranda

Selam sana, sensiz geçen o yıllara.

 

Sanki başın deliyor o bulutları

Güzel bakışın yaşatır umutları

Sinende beslersin kurtları kuşları

Selam sana, sensiz geçen o yıllara.

                                              Hüseyin Öztürk

 

Doğduğumuz, doyduğumuz topraklar gün geliyor hasretini yaşatıyor. Öyle ki bir turna kuşu gibi kanatlanıp uçtuğunuz, “Dönerim elbet bir gün “Dediğiniz yuvanıza bir bakış bile atamadan geçiyorsunuz uzaklardan. Derler ya burnumda tütüyor o vatan…

Nice Yıldızlı küçük yaşta ayrıldığı Yıldız köyünün taşına, toprağına, Yıldız Dağı’nın eksilmeyen bulutlarına, Yıldız Irmağı’nın sularına hep hasret yaşadı memleketimizin değişik yörelerinde.

İşte bunlardan biri de Yıldız Köyünün ilk okuyan ve devletin bünyesinde görev alan Emekli Kıdemli Astsubay Başçavuş Hüseyin Öztürk Ağabeyimiz.

Onu, sadece ilkokula giderken Tokat Perviz Sokağındaki evimize eşiyle beraber ziyaretinde görmüştüm. O yıllarda Sivas’ta görevli idi. Sevmiştim onları çocuk yüreğimle, akrabamızdı, benim gibi o güzel topraklarda doğmuştu. Ve de büyüklerimin anlatılarına göre zor şartlarda okumuş, Ankara rüzgârının getirdiği bir hanım kızla yuva kurmuş, adam olmuştu Yıldız’a yıldız olmuştu devletine hizmet eden.

Yıllar geçti aradan tekrar Yıldız Dağı’nın bulutları sardı bizi bağrına. Telefonla da olsa üç yıl önce görüşmeye başladık bu değerli insanla. “Yıldız köyünün ilk okuyanlarından biri olarak sizi yazmak istiyorum” Dediğimde de teklifimi kırmayarak iki yıl önce hayatını anlatan bir ajandayı bana göndermek nezaketini gösterdi. Yazdıkları beni bir hayli duygulandırdı ben de onun gibi gözyaşlarımı Yıldız Dağı’nın Yellüce’sinde kuruttuktan sonra Güngörmez’den inip Yedipınar’dan kana kana içtim. Sonrasında yürüdük Sultan Pınarından belki dindirdik ikimiz de ruhumuzu Değirmenaltı’ndaki Yıldız Şelalesinde…

Ama söz verdik bu yaz Yıldız Dağı’nın zirvesinde buluşup Âşık Kerem’in, Pir Sultan Abdal’ın, Âşık Veysel’in, Âşık Ali Sultan’ın sazında sözünde o kadim toprakları selamlayan Harzemeli /Harzulu’yu birlikte seyretmeye… Öztürk’ün Yıldız Dağı şiirinde son mısralarında perçinlediği:

“Selam sana, sensiz geçen o yıllara” duygularını yaşayıp hasretimiz vuslat olacak İnşallah.

İşte Hüseyin Öztürk Ağabeyin o değerli ajanda da özetlemeye çalıştığı hayatını biz kendisinden dinleyelim:

“ Hangi dağa Yıldız Dağı kadar şiirler yazılmış, türküler yakılmıştır. İşte ben bu yüce dağın eteklerinde yer alan Sivas /Yıldızeli Yıldız köyünde 20 Mayıs 1945’de dünyaya gözlerimi açmışım. Babam öldüğünde beş yaşında olduğumu söylerler. Cenazesi örtmenin altında yıkandı. Ben de hatırlıyorum. Malum bizde sundurma değil örtme derler.

Daha sonraki yıllarda caminin bitişiğindeki Kur’an kursuna başladım. Bir gün köy muhtarı ve muallim birlikte içeri girdiler. O yıllarda öğretmene muallim denirdi. Muhtar:

-Yaz muallim bey, bu çocuk Hüseyin Öztürk.  Kapıdan çıkarken de:

-Oğlum Hüseyin sen yarından itibaren Latinceye gideceksin. Dedi. Yani ilkokul. Ancak benim ilkokula başlangıcım yaşıma göre oldukça geçti.

Bize Nışkıoğlu sülalesi derler köyümüzde. Babam Mehmet, annem Ümmü Hanımdır. Yedi kardeştik. Dört erkek üç kız. Erkekler; İbrahim( İboğ), Osman (Koca Osman), Hacı ( Kara Hacı) ve Hüseyin. Kızlar;  Mevlüde, Ayşe ve Hüsne. Ailenin küçüğü bendim. Köyde baba sağ iken herkes bir arada yaşar, babanın ölümünden sonra kardeşler ayrılırlardı. Töreye göre de en küçük kardeş en büyük ağabeyin yanında kalırdı.

İlkokul bir ve ikinci sınıfta öğretmenim Zaralı Mustafa Kaya idi. Üçüncü sınıfa geçtiğimizde Erzurumlu Rüstem Şafak geldi. Üçüncü sınıfta iken annemi de kaybettim. Dördüncü sınıfı okurken ağabeyim beni tarlaya götürüyordu. Okul açıldı ama ben maalesef gidemiyordum. Yine bir sabah tarlaya giderken komşumuz ile ağabeyim sohbet ederek ilerlerken ben de arkalarından ağır ağır yürüyerek arayı açtım ve kaçarak geri döndüm.

Olanca hızımla koşarak kan ter içinde okula gittim. Sınıfın kapısını açıp içeri girdiğimde öğretmenimle karşı karşıya geldim.

-Oğlum Hüseyin bu ne haldir, ne oldu sana?

Ben ise nefes bile alamıyordum. Bu durumu görünce başka bir şey sormadı. Kendime gelince başımdan geçeni anlattım. Öğretmenim, akşam muhtarın odasına gelmemi istedi.

Akşam köy odasına gittiğimde Muhtar Mehmet Çakmak  (Abutoğlu) ile ağabeyimin de orada olduğunu gördüm. Biraz sonra öğretmenim de gelip selam verdi. Odadaki tüm aksakallılar ayağa kalktılar. Öğretmenimiz de:

-Lütfen oturun, sizler büyüksünüz. Dedi ve hepsinin elini sıktı. Onlar oturmadan yerine oturmadı. Köy halkına kendini çok sevdirmişti. Hatta ilk çocuğu dünyaya geldiğinde adını Yıldız koydu. Öğretmenimiz Rüstem Şafak efendiliğiyle adeta köyle bütünleşmişti.

İbrahim Ağabeyime dönerek:

-İbo, Hüseyin’i bundan sonra okula yollamazsan seni Çırçır Jandarma Karakoluna şikâyet edip tutuklattıracağım. Dedi. Aslında bu, beni okula göndersin, bir daha okul zamanı tarlaya götürmesin diye verdiği bir nevi gözdağı idi. Tabi o yıllarda jandarma özellikle kırsal alanlarda her şeye hâkimdi. Ağabeyim de doğrusu bu görüşmeden sonra bana hiç kızmadı. Ondan sonra okula aralıksız devam ettim.

Öğretmenimiz bir gün dersi işledikten sonra Sivas’a yetiştirme yurdu açıldığını, anası, babası olmayan çocukları aldıklarını söyledi. Bunun üzerine ders bitiminde ben de yurda gitmek istediğimi beyan ettim.

1958 yılının baharında ben, öğretmenim Rüstem Şafak, köy muhtarı Mehmet Çakmak, Hasan Çınar ( Telefoncu Hasan ) ile adını hatırlayamadığım bir büyüğümüzle birlikte yayan yola çıktık. Hava da bahar mevsimi olmasına rağmen iyi değildi. Biraz yağışlı, yollar ise oldukça çamurluydu.

O zamanlar Yıldızeli’ne en azından yaya olarak yarım günden önce gidilemezdi. Vasıta ve yol zaten yok. Vasıta olsa bile onun gidebileceği doğru dürüst yol yok.

Çok zor ve yorucu bir yolculuktan sonra Yenihan’a ulaştık. Yıldızeli’nin eski adı Yenihan idi. İlçenin tam orta yerinde tabanı tahta ile döşeli, büyük bir sobası olan kahvehane vardı. Oraya girip oturduk ve çay içip yorgunluğumuzu gidermeye çalıştık. Bu arada muallim çantasından kalem, kâğıt çıkarttı. Benim yetiştirme yurduna müracaat dilekçemi yazdı. Muhtarın okuryazarlığı olmadığı için adının altına parmak basması bugün dahi beni derinden yaralamaktadır.

Aynı yılın sonbaharında ağabeyim ve yengemin baskılarına dayanamayıp Tokat’a gitmeye karar verdim. Köyümden birkaç kişi ile akşam geç vakitte yola çıkıp sabaha karşı Tokat’a vardık. Orada Dokuztaşlar Mahallesinde oturan Ali Soyluer (Paşamın Ali)  ile evli Hüsne Ablam vardı. Gece onlarda yatıyor, sabahtan akşama kadar eniştemin bulduğu işlerde çalışıyordum. Kâh sobalık odun kırıyor, kâh Behzat Çarşısında hamallık yapıyordum. İlkokul beşinci sınıfa geçmiştim ama yaşım itibarıyla bu işleri yapabilecek durumdaydım.

Tokat’tayım, aylardan ekimdi. Bir gün lakabına Badal dediğimiz köyden komşumuz Ahmet Arslan elinde bir kâğıdı sallayarak: “Oğlum Hüseyin seni anan Kadir gecesinde doğurmuş, yurda kabul etmişler” Diyerek yanıma geldi. Bu güzel sesleniş Behzat denilen yerde hala kulaklarımda benim için aydınlığa açılan yolun melodisi gibi çınlamaktadır.

Yurda gitmek için önce Tokat’tan köye, oradan da Sivas’a gidecektim. Köylülerimizden Mehmet Ünalmış’ın da köye gideceğini söylediler. Akşam yola çıktık, sabaha doğru köye ulaştık. Birkaç gün sonra Osman Ağabeyimle Sivas’a gittik. Hükümet binasına girdik. O yıllarda vali binası veya valilik demezlerdi. Elimizdeki yurda kabul belgesini memurlardan birine gösterdik. O da : “Valilik kalemine giriniz “ Dedi. Valilik kalemi belgeyi aldıktan sonra bize bir not yazarak onunla yurda gitmemizi söyledi.

Ağabeyim beni yurda bırakarak köye döndü. Artık köyümden, ailemden kopmuş ayrı bir yuvanın evladı, ferdi olmuştum.

Yurttan bir öğretmen beni Dumlupınar İlkokulu’na kaydettirdi. Beşinci sınıfı orada okumaya başladım. Bir gün öğretmenim ders kitabından bir parça okutturdu. Daha sonra teneffüste bazı öğrenciler benimle alay ettiler. Köyümden şehre gelmiş, ne de olsa kelimeleri telaffuz etmekte güçlük çekiyordum. Bu durum çok ağrıma gitti. Türkçe’yi çok güzel konuşmak, kelimeleri çok iyi telaffuz etmek istedim. Sanıyorum çok kitap okuyarak başarabildim.

İlkokul bitti. Yaz dönemi başladı. Müdür baba beni lojmana çağırdı. Yurt müdürüne müdür baba diye hitap edilirdi. Yurt müdürü Ahmet Necati Ertuğrul Tokatlı ve çok kibar bir insandı.

Bana şöyle bir talimat verdi: ”Oğlum Hüseyin, anneyi iyi dinle, verdiği siparişi çarşıdan al getir” Ben büyük bir şevk ve heyecanla istenilenleri alıp getirdim.

Eşi Rukiye anne aldıklarımı inceledi ve beni de şöyle bir süzdükten sonra:

“Aferin oğlum, sen temiz ve titiz bir çocuğa benziyorsun. Bundan sonra her şeyi sana aldıracağım” Diyerek beğenisini ifade etti. Ben de :”Tamam anne “Dedim. Biz o dönemler hanımefendi tabirini bilmiyoruz.

Yine müdür babaya bir şeyler almak için çarşıya çıkmıştım. Resmi elbiseli birini gördüm ve merak ettim. Utangaç bir tavırla yanına giderek: “Sen nesin? “ Diye sordum. Gülerek askeri öğrenci olduğunu söyledi. Okul bitince de astsubay olacağını anlattı.

Müdür baba için aldıklarımı anneye teslim ettikten sonra akabinde Astsubay Okuluna gitmek istediğimi söyledim. Anne: “Tamam oğlum ben müdür babaya söylerim “ Deyince çok sevindim. Çünkü okumak istiyordum.

Böyle bir okula gitmezsem bir zanaat öğrenmem için usta yanına çırak olarak vereceklerdi. Yurtlarda ilkokul bittikten sonra bir ustamın yanında yetişsin, ileride bir işi olsun düşüncesiyle böyle hareket ediliyordu. Nedeni ise on sekiz yaşına ikmal edeni yurttan çıkarıyorlardı.

Ertesi gün müdür baba beni çağırdı. Astsubay okuluna gitmek isteğimi arz ettim. Aslında sözünü ettiğim meslek hakkında hiç bilgim yoktu. Sadece astsubay kelimesi çok hoşuma gitmiş, bir de astsubay öğrenci üniforması beni celbetmişti. Müdür baba gerekli tüm evrakları hazırlatıp askeri okula müracaatımı yaptı. Daha sonra açıklanacak bir tarihte Kızılırmak İlkokulunda Astsubay okulunun imtihanına gireceğimi söyledi.

İyi bir dereceyle sınavı kazandım.1959 yılında Kara Kuvvetlerine ait 6. Astsubay Hazırlama Ortaokulu’na girdim. Çorum’da okumaya başladım.27 Mayıs 1960 sabahı yemekhanede kahvaltı yaparken sınıf subayımız Amasyalı Ramazan Gürdallar içeri girdi ve: ”Çocuklar kahvaltıya ara verin ve beni dinleyin” diyerek ihtilalin ne demek olduğunu anlattı.

Söz konusu kelimelerin anlamlarını bilmek bir tarafa deyimi ilk kez duyuyorduk. Çoğunluğumuz köy çocuklarıyız. Her şeyden bi haber derler ya, işte biz de öyle bir şey. Sınıf subayımız konuşmasını bitirdikten sonra yemekhanenin bir köşesinde bulunan radyoyu açtı ve dinletti. Milli Birlik Komitesi Başkanı Orgeneral Cemal GÜRSEL konuşuyor:” En kısa zamanda demokrasiye dönülecek, bana inanınız, güveniniz” Diyordu.

Çorum’daki okulumuz lağvedilince önce Merzifon’a sonra Mersin’e gönderdiler bizi. Orada askerliğini yedek subay olarak yapan konservatuar mezunu Suat Peker benim de dâhil olduğum yetenekli 20 askeri öğrenciye müzik dersi verip koro kurdu ve yetiştirdi. Astsubay Hazırlama Okulu bitince 1963 yılında o yirmi subay Suat Peker’in referanslarıyla Kara Kuvvetleri Ankara Mızıka Okuluna girdik.

Askeri öğrenciliğim süresince yarıyıl tatillerinde köyüme ancak bir defa gidebildim. O da Yıldızeli ‘ne kadar trenle gittim ama köye gitmek için vasıta yoktu. Allah’tan köyümüzden biri Kebabçı’nın Halil Amca (Türk) herhangi bir nedenle Yıldızeli’ne gelmiş. Tesadüf ya o gün köye dönecekmiş. “Oğlum Hüseyin beraber gideriz” Dedi.

İlçeye yakın olarak Aşağı, Orta ve Yukarı Çakmak adında sırasıyla üç köy vardı. Hava kararmak üzere iken Orta Çakmak köyündeki onun asker arkadaşının evine yetiştik. O zamanlar askerlik arkadaşlığı yüce bir kavramdı. Türk milletinin birbirine bağlılığını dolayısıyla vatan vazifesinin yerine getirildiği dönemde kurulan arkadaşlık aynı zamanda yurdumuzun önemini ve ona verilen yüce değeri ortaya koymaktadır.

Sabah yola çıktık ama kar kış, kıyamet. Ipıssız arazi. Kurtlar gelse saldırsa bizi paramparça ederlerdi. O gidişim son oldu ondan sonra sadece yaz tatillerinde gittim köye.

Tatil bitince okula dönmek için yol param ve harçlığım yok. Tarlaları bölüştük, ağabeylerim ekip biçiyorlar ama bana bir şey veremiyorlar. Ancak çıkan zahireyi satacaklar ki bana da para verebilsinler. O da olmuyor. Nedenine gelince; elde ettikleri buğdayları değirmene götürüp un yapmaları lazımdı. Özellikle elli ve altmışlı yıllarda beslenme çoğunlukla una bağlıydı. Aynı zamanda köylüde para yoktu. Köylü yıllık olarak elde ettiği bir şeyi satarsa parası oluyordu. Yiyeceğinin üzerinde para kazanımı varsa satabilirdi. O da yoksa küçükbaş veya büyükbaş hayvan satması gerekiyordu ki para elde edebilsin.

Ağabeylerime bana düşen tarlaları satmamın dışında başka çıkar yolun olmadığını biliyordum ama ben onlarla karşı karşıya oturup bu konuyu çözemeyeceğimi de düşünüyordum.

Başka bir çözüm geldi aklıma. Bizim sülaleden, Hıdıroğullarından ve nüfuzlu biri olan lakabına da Âşık Ali (Öztürk) denen bir büyüğümüz vardı, ona gittim:

“Amca tatil bitti, okula dönmem gerek ancak param yok” Diyerek kısaca durumu anlattım. Akşam ağabeylerimi bir yere topladı ve şöyle dedi:” Bu çocuk okuyacak, bundan sonra köye dönüp çiftçilik yapmayacak. Hangi tarlası hanginize uygunsa siz alıp, malınızı, davarınızı satıp parasını ödeyeceksiniz. “ Satışta pazarlığa girdiler. Halk arasında bir tabir vardır. ‘Yok, fiyatına gitti ‘derler. Biraz da öyle oldu maalesef. Ben de okul bitinceye kadar o parayı harçlık ettim.

Yatılı okulun en üzücü tarafı da arayan, mektup gönderen kimsen yoksa bir gariplik, hüzün çöküyor insanın içine:

“Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır

Bugün posta günü canım sıkılır

Ellerin mektubu gelmiş okunur

Benim ciğerime hançer sokulur” türküsü tam da bana göreydi.

Bunlar, bu olayları yaşamamış olanlara pek bir şey ifade etmeyebilir. Ancak yaşayan bilir. Toplu haldeyken mektubu gelenlerin adları okunur, kendilerine verilir. Anasından, babasından ve kardeşinden parası gelenlerin adları okunur. Paralarını almak için sınıf subayının odasına çağrılır. Ben yıllarca bu sevinçten yoksun kaldım. Bizim öğrenciliğimizde tek haberleşme aracı mektuptu. Bilhassa diyar-ı gurbette olanlar için.

Okul bitti hayata atıldık Şimdi yeni bir dönem başlıyordu. Öğrenci iken tanıştığım kızla evlilik kararı aldık ama ülkemizin töreleri var. Ana, baba gidecek kızı isteyecek. İyi güzel de bende ana baba yok. Ağabeylerime gelince benim için Ankara’ya gelip bu görevi yapacak maddi durumları müsait değil. Bunları yapmaları için bizim memleketin deyimiyle malını, davarını satması gerek. Onu da ancak evlatları için yaparlar düşüncesi ile kendilerine bildirmedim.

Bu durumu evleneceğim kız ailesine anlattı. Ben de sevdiğim, saydığım töreyi yerine getirebilecek evli, astsubay Sivaslı bir ağabeyim Abdurrahman Karahan ile getirdim. 9 Nisan 1967’de Ankara’da Gül Gürel Hanım ile sade bir törenle masrafsız yuva kurduk. Eşimin ailesi mübadele sırasında Selanik’ten Türkiye’ye göç edenlerden. Sonra Ankara’ya yerleşmişler.

Bu mutlu yuvamızdan Mehmet Hakan ve Nalan doğdu. Mehmet Hakan emekli albay, kızım Nalan Öztürk Kılıçlı Biyoloji öğretmenliğinden emekli oldu. Hakan‘dan,  Amerika’da eğitim gören Umut’la, kızım Nalan’dan Almanya’da eğitim gören Seren adında bir torunum var.

Yukarıda anlatmaya çalıştığım konulardan dolayı evlilik sürecindeki eziklik duygularım hayatımın her sahnesinde beni rahatsız etti. Elli altı yıllık evlilik hayatımda eşimin bana olan tutum ve davranışları insanca, uygarca oldu. Ben de onun sayesinde hayata tutunup başarılı olmaya çalıştığımı belirtmeliyim.

Okulu bitirince 1 yıl kadar Astsubay Mızıka Okulunda kaldım sonra tayin için kuralar çekildi. Bana Afyon çıktı ancak bir arkadaşla Sivas üzerinden becayiş yaptık.1967’den 1973 yılına kadar kaldım. Aynı yıl Ankara 28. Tümen Bando Komutanlığına tayin oldum.1974 Kıbrıs Barış Harekâtında Tümgeneral Osman Fazıl Polat ile bütün tümen unsurlarıyla Kıbrıs’a gittik ve 6 ay kaldık. İsteyen 6 ay daha kalabiliyordu ama ben Kıbrıs Gazisi unvanı alarak Ankara’ya Kara Harp Okulu Bando Komutanlığına döndüm.1981 yılında şark görevi için Siirt’e tayinim çıktı. Üç yıl kaldım.7.Tugay Bando Komutanı olarak –Bando Astsubay Kıdemli Başçavuş rütbesiyle-hizmet ettim. Bu görevim sırasında Tuğgeneral İsmet Avşar ve İhsan Babur Paşa ile iki yıl çalıştım. Bu görevlerim sırasında takdirname aldım. 1984 yılında İzmir Ege Ordusu Bando Komutanlığı’na atandım. Sekiz yıl burada çalıştıktan sonra tayin istedim ve Lüleburgaz Tugay Bando Komutanlığı’nda görevlendirildim. Ancak altı ay çalışıp 1993 yılında emekli olarak İzmir’e yerleştim.”

Evet, Hüseyin Ağabeyin hayat hikâyesinden bir bölüm sunduk. Annemin küçükken bana öğrettiği bir türkü vardı dertli dertli söylediğim:

“Asker ettiler beni, kıdemli çavuş

Gurbet ellerinde oldum bir baykuş

Anadan, babadan, yardan bir haber yokmuş

Uçun kuşlar uçun İzmir’e doğru ”

Biz de Yıldız Dağı’ndan turnalarla bin selam gönderiyoruz İzmir’e memleket hasretiyle yaşayan bu değerli ağabeyimize…