Ayın şavkı vuruyor kıvrılarak nazlı nazlı akan yeşil ırmağın üzerine. Dingin bir gecenin sabahında güneş henüz Yeşil Irmağın sularında ışıldamaya başlamışken, ezandan sonra Tokatın dar sokaklarında yankılanan yağlıcı, simitçi sesleri ile çocukluğum uyanır sabahın seherinde. Bir yanda Danişmentlilerden kalma ANADOLUNUN ilk eseri Garipler Camisinin ezan sesiyle, diğer yanda Osmanlıdan kalan son eser Saat Kulesinin din dong sesi buluşur asumana baş kaldırmış gibi dimdik duran Tokat kalesinin semalarında. Türk islam aleminin ilk dönemine ev sahipliği yapan bu kadim şehrin medeniyete açılan kapısı Gök Medrese başka bir aleme seyri suluk ettirir insanı. Bu şehri gezmeye, görmeye gelenleri mest ettirir mavi çinisi. Tokatın taşlı yollarında yürümek, sadece bir kentte dolaşmak değil; tarih boyunca yan yana, iç içe yaşayan kültürlerin izinde bir zaman yolculuğuna çıkmaktır aynı zamanda. Kadim şehrimizin yaşayan ruhu bu toprağa ayak basanlara kıvılcım ateşini tutuşturacak niteliktedir. O yüzden Hz Mevlana” Tokata gitmek gerek “sözünü söylemiştir.
Burada neredeyse her taş, her kapı tokmağı, her sokak ismi bir başka medeniyetin, bir başka inancın tanıklığını yapar adeta. Kadim bir mutfak kültürü, yüzyıllardır değişmeyen el sanatları, sözlü gelenekler ve yerel anlatılar, kentin yaşamına sinmiş şekilde hâlâ varlığını sürdürerek üretilen eserlere semboller olarak sirayet etmiştir. İşte bu nedenle Tokat yalnızca bir şehir değil; yaşayan, soluyan bir açık hava müzesi olarak bilinir.
Bir kenti değerli kılan yalnızca onun nüfusu, altyapısı ya da ekonomisi değildir. Asıl kıymet, o kentin tarih boyunca biriktirdiği kültürel mirasta, bu mirasın kent dokusuna ve insanlarına nasıl sindiğinde ve bugün nasıl sahiplenildiğinde saklıdır.
Kültürel zenginlik yalnızca geçmişin hatırası değil, bugünün kimliği ve yarının mirasıdır. Anadoluda gördüğümüz, tarih boyunca dinler arası hoşgörüye çok kültürlü gündelik hayatlarla iç içe geçmiş bu katmanlı tarihin izlerine Tokat şehrinde de kolaylıkla rastlayabiliriz. Yeter ki gözlerimiz sadece vitrinlere değil, pencerelere, duvarlara, kapılara, dağlara, ovalara seslere ve adımlara da açık olsun.
Şehirler, çoğu zaman modern yaşamın ritmine ayak uydurmaya çalışan kalabalık ve karmaşık yapılar olarak algılanır. Ancak bu karmaşanın altında, yüzyılları bulan bir tarih, çok katmanlı bir kültürel doku ve derin bir kolektif hafıza yatar. Bu açıdan bakıldığında Şehirler yalnızca yerleşim alanları değil, aynı zamanda yaşayan açık hava müzeleridir. Bizim Sulusokak akademisi dediğimiz alan bunun en güzel örneğidir Her sokağı, her yapısı, her meydanı geçmişten bir iz taşır; her yapı taşı, her ağaç gölgesi bir hikâyenin parçasıdır. Yerle göğün birleştiği yerdir Sulusokak. TOKAT.
“Bir şehri tanımak istiyorsanız müzelerine değil, sokaklarına bakın “ der bazı kent tarihçileri. Çünkü sokaklar, bir kentin gerçek belleğidir. Aynı yoldan yüzyıllar boyunca geçen insanların ayak izleri, taş kaldırımlara sinmiştir. Eski mahallelerdeki taş evler, ahşap kapılar, demir ferforje parmaklıklar yalnızca estetik öğeler değildir; her biri geçmişten bugüne gelen yaşam biçimlerinin, ustalık geleneklerinin ve toplumsal ilişkilerin taşıyıcılarıdır.
Mimariden başlayarak kentsel peyzaj öğelerine kadar pek çok unsur, bir toplumun kültürel kodlarını içinde barındırır. Örneğin Osmanlı dönemi mahalleleri, avlulu evleri, çeşmeleri ve camileriyle yalnızca mimari birer yapı değil; komşuluk ilişkilerinin, mahalle kültürünün ve kolektif yaşamın mekânsal karşılığıdır. Modern kentleşmeyle birlikte çoğu yapı yıkılmış ya da dönüşmüş olsa da, ayakta kalan her eser geçmişle bir bağ kurma imkânı sunar bizlere.
Kültürel birikimi yüksek kentler, içinde barındırdığı sanat eserleri, mimari yapılar, dini ve sivil anıtlar ile adeta sayfa sayfa açılan katman katman derinliklerine inilerek okunan bir kitap gibidir. Bu kitabı okuyabilmek için dikkatli bir göz ve bilinçli bir farkındalık gerekir. Bir Şehrin sokak isimleri bile tarihsel olayları, unutulmuş kahramanları ya da yerel efsaneleri gün yüzüne çıkarabilir. Örneğin, "setenciler Meydanı", "sulusokak”, çekenli, dabakhane, “kınalı Ali”, “onbeşliler”gibi isimler, kentin ekonomik , kültürel geçmişini ve zanaatkârlık mirasını bugüne taşır.
Bu farkındalık yalnızca bireysel düzeyde kalmamalıdır. Şehir planlamacıları, yerel yönetimler ve eğitim kurumları, kent kültürünün sürdürülebilirliğini sağlamak için bu mirası görünür kılacak uygulamaları hayata geçirmelidirler. Bilgilendirici levhalar, mobil rehber uygulamaları, kültür rotaları ve tematik yürüyüş yolları gibi araçlarla kentin kültürel hafızası halka açılabilir. Bu sayede kent sadece yaşayanlar için değil, ziyaretçiler için de bir keşif alanına dönüştürülmüş olur.
Açık hava müzesi kavramı yalnızca geçmişe dair yapıları değil, yaşayan kültürleri de kapsar. Şehirlerde unutulmaya yüz tutmuş geleneksel el sanatlarını yaşatan efsane ustalar, süregelen el sanatları, geleneksel mutfaklar, yerel festivaller, halk dansları ve sözlü kültür öğeleri bu mirasın canlı parçalarıdır. Örneğin Tokatta MEHMET KÜÇÜK ustamın Taşhanda ki bakırcı dükkânı, yalnızca bir üretim alanı değil; aynı zamanda yüzyıllardır süregelen bir geleneğin günümüzdeki yansımasıdır.
Aynalı çarığın aynası ve mimaride kullanılan Yüksek kahvehanede ki ayna sembolü bize bizi en özünden hatırlatır adeta.
Bu tür yaşayan kültürel değerler, kentin ruhunu koruyan ve zenginleştiren unsurlardır. Ancak ne yazık ki, bu değerler kentleşmenin ve küreselleşmenin baskısı altında giderek görünmez hale gelmekte ya da ticari amaçlarla yüzeyselleştirilmektedir. Bu nedenle koruma yaklaşımı yalnızca fiziksel yapılarla sınırlı kalmamalı; somut olmayan kültürel miras da dikkatle ele alınmalı ve desteklenmelidir.
Kentlerin açık hava müzesine dönüşmesi yalnızca fiziksel düzenlemelerle değil, halkın bilinçli katılımıyla mümkündür. Kültürel mirasın korunması ve yaşatılması, yalnızca uzmanların ya da yerel yöneticilerin değil, kentte yaşayan her bireyin sorumluluğudur. Bu nedenle okul öncesinden başlayarak kent bilincini geliştiren eğitim programları hazırlanmalı; çocuklara ve gençlere yaşadıkları kentin tarihi, coğrafyası ve kültürel değerleri tanıtılmalıdır. Bu konuda adım atan tüm yöneticileri yürekten kutluyorum.
Aynı şekilde kentlilerin sürece katılımını teşvik eden projeler geliştirilmelidir. Mahalle ölçeğinde bellek yürüyüşleri, sözlü tarih çalışmaları, kentsel hikâye anlatıcılığı etkinlikleri, kent arşivleri ve dijital bellek platformları bu sürecin önemli parçalarıdır. Kentte yaşayanlar, kendi hikâyelerini paylaşarak hem geçmişi sahiplenir hem de ortak bir gelecek inşa eder.
Kentler, geçmişle gelecek arasında bir köprüdür. Bu köprünün ayakta kalabilmesi, geçmişin izlerini taşıyan yapılar kadar bugünün duyarlılığına da bağlıdır. Bir kent, yalnızca modern gökdelenleriyle değil; korunmuş bir çeşmesi, restore edilmiş bir hanı, yaşatılan bir efsanesi ile (KIRKKIZLAR) anlam kazanır. Kentte yürürken bir an durup çevremize dikkatlice baktığımızda, aslında her şeyin bir anlatısı olduğunu fark ederiz. Bir kapı tokmağı, bir duvar yazısı, bir eski taş badal bile bize bir zamanlar orada yaşanmış hayatlardan söz eder inceden inceden.
Prof.Dr.Süheyl Ünver hocanın dediği gibi “Anadoluda hiç bir şehirde göremeyeceğiniz hatta İstanbul dahil 5-6 zaman diliminin anıtsal eserlerini bir fotoğraf karesine sığdıracağınız başka bir memleket yok “ der Tokat için.
Bu nedenle kentleri yalnızca fiziksel büyüme ve ekonomik kalkınma üzerinden değerlendirmek yerine; kültürel mirası ile yaşayan, anlatan ve öğreten açık hava müzeleri olarak görmek, onları daha anlamlı, daha yaşanabilir ve daha sürdürülebilir hale getirmek için bilinçli yöneticilere ve bilinçli halka ihtiyaç vardır.
Hey sen !
Yerle göğün birleştiği yerdesin …
Farkındalığımızın farkında olmak dileğiyle…
Dünya Köylüsü
Ayla Bağ